![]()
| ||
Kurtuluş Cephesi, 125. Sayı Ocak-Şubat 2012 İÇİNDEKİLER — Futbolda Şike — Hrant Dink Cinayeti — Millet, Ulus, Milliyetçilik, Ulusalcılık, Kozmopolitizm, Enternasyonalizm, Transnasyonalizm ve Hepimiz Ermeniyiz! — Dindar Gençlik — 74.724.269 — AKP, “%100 Yerli Otomobil” ve Tekelci Burjuvazi — Ekonominin Halleri — Bir moda akımı üzerine kısa bir not... Ece Temelkuran [Özgün formatıyla, .pdf] — Kurtuluş Cephesi, 125. Sayı — Önceki Sayılar – .pdf — Ana Sayfaya Dönüş |
Futbolda Şike ![]() Herkesin bildiği ve yakından izlediği gibi, 3 Temmuz 2011 günü, “özel yetkili sav-cılar”ın talimatıyla “Organize Suçlarla Mücadele Şubesi” tarafından, “Ergenekon” ya da “Balyoz” davalarının operasyonlarına benzer bir biçimde Fenerbahçe, Trabzonspor, Beşiktaş, Sivasspor ve Giresunspor kulüp binalarında aramalar yapıldı. “Ergenekon” davasından tutuklu Sedat Peker’in “manevi oğlu” Olgun Peker ve Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın da aralarında olduğu 50 civarında “şüpheli” gözaltına alındı. Bu “1. Dalga”nın sonunda Olgun Peker ve Aziz Yıldırım dahil 26 kişi “silahlı örgüt kurma ve yönetme” suçlamasıyla tutuklandı. Ve bu andan itibaren, her türden ve her cinsten “futbolsever”in ve “futbol yorumcusu”nun işi gücü “şike operasyonu” oldu. Böylece “Lig Tv” yüzünden maçların görüntülerini yayınlayamayan televizyon kanalları için bulunmaz bir fırsat ortaya çıktı. Televizyon kanalları, “ünlü yorumcular”ın “yorumladığı” şike operasyonu programlarıyla dolup taştı. “Ergenekon” uzmanı Rasim Ozan Kütahyalı, “Balyoz” uzmanı Mehmet Baransu, “terörle mücadele uzmanı” Emre Uslu futbolun “kozmik odası”nın “şifrelerini” açığa çıkarmak için spor programlarında boy gösterirken, “futbol camiası”ndaki her türlü “alevere-dalevere” içinde bulunanlar, birbirleriyle “hesabı” olanlar bu fırsatı kaçırmadılar. “Benim Genelkurmay Başkanım vurdumu oturtmalı” diyeninden demeyenine kadar hemen herkes Fenerbahçe’yi ve başkanı Aziz Yıldırım’ı “topun ağzına” koydular. Artık varsa da, yoksa da Fenerbahçe’nin şampiyon olmak için “şike” yaptığı konuşulmaya başlandı. “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarında olduğu gibi, “medyaya sızdırılan tapeler”le “şike operasyonu”nda gözaltına alınanlar ve tutuklananların “şike” yaptıklarından hiç kimse “şüphe” duymazken, birden ortalık karıştı. Bir yandan “tutuklama bir ceza değil, tedbirdir” söylemiyle “şike tutuklamaları”na karşı çıkılırken, diğer yandan “futbolda şike ve teşviğin cezalandırılması”na ilişkin Nisan 2011’de çıkan yasanın değiştirilmesi gündeme getirildi. Tam da Recep Tayyip Erdoğan’ın “kanser olmadığı şüphesiyle” gizlice ameliyat edildiği günlere denk gelen bu yasa değişikliği TBMM’deki “dört parti”nin “uzlaşma”sıyla gerçekleştirilmişken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “vetosu” ortalığı bir kez daha karıştırdı. Recep Tayyip Erdoğan’ın hasta yatağından verdiği talimatla “virgülüne bile dokunmaksızın” yeniden TBMM’den geçirildi ve “zorunlu olarak” Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. Böylece “şike operasyonu”, AKP içindeki “iktidar mücadelesi”nin bir aracı haline geldi. Tüm bu gelişmeler karşısında, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın “hasta yatağından” doğrudan “müdahil” olması “şike” tartışmalarına yeni bir boyut getirmekle kalmadı, aynı zamanda “şike operasyonu”nun arkasında kimlerin olduğu, yani operasyonun “düğmesi”ne kimlerin ve neden bastığı tartışmasını da gündeme getirdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın açık ve net biçimde Fenerbahçe’den yana tavır koymasında önce, “şike operasyonu”nu “Ergenekon’un futbol ayağı” olarak “algı”latmaya çalışanlar, tavır koymasıyla birlikte lafı dolandırmaya başladılar. “Kafalar” iyice karıştı. Uludere’de “35 kaçakçı”nın F-16’larla bombalanarak katledilmesiyle birlikte bu “kafa karşıklığı” bir başka boyuta taşındı. Recep Tayyip Erdoğan’ın “kanser olmadığı şüphesiyle” yapılan ameliyat sonrasındaki “rölanti” içinde, esip-gürlediği bir grup toplantısında Mehmet Baransu’yu “cambaz” olarak nitelemesi üzerine, Mehmet Baransu da Twitter’dan “anında” yanıt vererek, “Bu ülke canbazın kim olduğunu da öğrenecek. Canbazları da. Sayın Başbakan siz de çok iyi bildiklerinizi öğreneceksiniz. Sayın Başbakan ben eli silah tutanlardan korkmadım. Kasımpaşalı Tayyip Erdoğan’dan korkacağımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz” demesi (ve birkaç gün sonra bu sözleri için “özür dilemesi”) Recep Tayyip Erdoğan takımı ile Fethullah cemaati arasında “iktidar paylaşımı” sorununun baş göstermesi olarak değerlendirildi. Kimilerine göre ise, bu tartışma, doğrudan “post-Erdoğan” çatışmasının ilk ayak sesleriydi. Fenerbahçe’yi ve Aziz Yıldırım’ı “hedef” aldığından hiç kimsenin şüphe duymadığı “şike operasyonu”nun ve “şike davası”nın bir “iktidar paylaşımı”nın ürünü olduğu açıktır. Uzanların tasfiyesi ve servetlerinin “el değiştirmesi”yle “AKP zenginleri”nin ortaya çıkmasına yol açan “muktedir olma” savaşı, bir yanıyla “medya”da Aydın Doğan operasyonuyla, diğer yanıyla TSK içinde “Balyoz”, “İnternet Andıcı” vb. operasyonlarla sürüp gitmiştir. Tüm bu operasyonlarda Fethullah cemaati (Nurcular), tarikatlar (Nakşibentler, Cübbeli Ahmet efendi vb.) ve Recep Tayyip Erdoğan takımı “yekpare” olarak işin içinde yer almışlardır. Burada en temel araç, “CMK 250. Maddesi ile görevli özel yetkili” savcılar ve mahkemelerdir. Bu “CMK 250” yetkili aracın aracı da, polisin “terörle mücadele” ve “organize suçlar” şubesidir. Dolayısıyla polis içinde etkin ve egemen güç konumuna gelmiş olan Fethullah cemaati, “Ergenekon”dan “şike” operasyonuna kadar tüm operasyonların merkezi durumunda olmuştur. “Ortak düşman”lara karşı “yekpare” hareket eden AKP “iktidar koalisyonu” (ya da “mehteran takımı”), devlet iktidarına egemen oldukça ayrışmaya ve giderek de kendi aralarında çatışmaya başlamışlardır. “Şike operasyonu” bu çatışmanın en tipik dışavurumu olmuştur. Futbol “camiası”nın denetimini ele geçirmeye yönelik ilk “operasyon”, doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla “özerk” TFF’nin (Türkiye Futbol Federasyonu) denetime alınması amacıyla Mehmet Ali Aydınlar’ın 29 Haziran 2011’de, yani “şike operasyonu”ndan dört gün önce TFF başkanlığına seçilmesiyle başlamıştır. Bu “operasyon”da AKP “koalisyonu” “yekpare” hareket etmiştir. Bu açıdan, 3 Temmuz 2011 günü başlatılan “şike operasyonu”nun, doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ın bilgisi ve talimatıyla gerçekleştirildiği şüphesizdir. Burada durup, Mehmet Ali Aydınlar’ın kim olduğuna bakmak gerekmektedir. TFF başkanlığına getirilen Mehmet Ali Aydınlar, her ne kadar 1998-2000 yıllarında Fenerbahçe Yönetim Kurulu ve 2008-2011 döneminde TFF Yönetim Kurulu üyeliği yapmış bir “futbolsever” görünse de, asıl işi Acıbadem hastanelerinin sahibi olmasıdır. Dubaili Abraaj Capital’den sağlanan finansmanla AKP döneminde gelişen ve büyüyen, piyasa değeri 1,7 milyar dolar olan Acıbadem Sağlık Grubu’nun temel müşterisi “dini bütün” kesimler olmuştur. Acıbadem hastaneleri 23 Aralık 2011 tarihinde piyasa değeri 1,7 milyar dolar üzerinden resmen Malezya kamu yatırım fonu olan Khazanah Nasional’e satılmıştır. Bu satışın gerçekleşmesi amacıyla, 3 Kasım 2011 tarihinde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname ile 11 Nisan 1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 4’üncü maddesinin birinci cümlesindeki “Türk hekimlerinin” ibaresi “hekimlerin” şeklinde değiştirilerek yabancı hekim ve hemşire çalıştırılmasının önü açılmıştır. (Böylece 2007’lerin “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmasına da son nokta konulmuş oldu.) Açıktır ki, “dini bütün” Acıbadem hastanelerinin sahibi M. A. Aydınlar’ın TFF başkanlığına getirilmesi, futbol “camiası”nın yeniden “dizayn” edilmesine yönelik ilk adım olurken, 3 Temmuz 2011’de başlatılan “şike operasyonu” bunun fiili uygulaması olmuştur. “Şike operasyonu”nda hedef, hiç şüphesiz, “25 milyon taraftara” sahip ve piyasa değeri 576 milyon dolar olan Fenerbahçe ve başkanı Aziz Yıldırım’dır. Burada yine durup, Aziz Yıldırım’ın kim olduğuna bakmak gerekiyor. Aziz Yıldırım, genellikle ve çoklukla NATO ve TSK altyapı ihalelerini (mühimmat, muharebe, navigasyon ve güvenlik sistemleri, boru hatları, havaalanı inşaatları vb.) alan Maktaş’ın sahibidir. 1980’den günümüze kadar yaklaşık 1 milyar dolarlık ihale almış olan Maktaş, şu an 250 milyon dolarlık üç projeyi yürütmektedir. Bugünkü Fenerbahçe Yönetim Kurulu üyeleri de Aziz Yıldırım’dan çok farklı değillerdir. Şüphesiz en “popüler” yönetim kurulu üyelerinden birisi, Rahmi Koç’un oğlu Ali Koç’tur. Diğer “popüler” kişi, Kiğılı giyim mağazaları zincirinin sahibi Abdullah Kiğılı’dır. Fenerbahçe Yönetim Kurulu üyesi olan Nihat Özdemir ise, Limak Şirketler Grubu’nun sahibidir. Ergani, Gaziantep, Urfa, Bitlis, Mardin, Ankara, Balıkesir çimento fabrikalarının sahibi olan Nihat Özdemir, aynı zamanda HES ihalelerinin en büyük katılımcısıdır. Ankara-Sivas hızlı tren projesinin Yozgat-Sivas kesiminin ihalesini de Nihat Özdemir almıştır. Nihat Özbağı, Mön İnşaat’ın sahibi olup, çokluk NATO ve TSK ihalelerine katılmaktadır. Diğer bir yönetim kurulu üyesi Osman Murat Özaydınlı ise, eski Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Özaydınlı’nın oğlu ve Migros Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Özaydınlı’nın kardeşidir. Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nun diğer üyelerinden Alaeddin Yıldırım, Aziz Yıldırım’ın kardeşi olup, Giresun’da Yeşilırmak havzasında kurulacak olan HES projesini yürütmektedir. Hüseyin Ersan Topbaş ise, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın oğludur. Ama “en ünlü” olması gereken yönetim kurulu üyesi Cihan Kamer’dir. Cihan Kamer, Atasay kuyumculuğun sahibi olup, pırlanta ithalatçısıdır. “En önemli iş”lerinden birisi Rize’de yaptırdığı sağlık merkezine Recep Tayyip Erdoğan’ın annesinin adını vermesidir. Bir diğer “en önemli iş”i ise, 1995 yılında kurduğu Atagold Kuyumculuk A.Ş.’nin %50 hissesini Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ile Burak Erdoğan’ın eşi Sema Erdoğan’a devretmesidir. Kendi deyişiyle, “komünist partisinden aday olsa yine ona oy veririm” diyecek kadar Recep Tayyip Erdoğan “sevdalısı”dır. İlk bakışta “beş benzemez” gibi görünen bu Fenerbahçe Yönetim Kurulu, hem bir “consensus”u, hem de “iş ortaklığı”nı temsil etmektedir. Bu da, “şike operasyonu”nun, ilk amacın ötesinde sonuçlar doğurmasına yol açmıştır. Ancak futbol “camiası”ndaki “consensus” ve “iş ortaklığı” (ki buna “işbitiricilik” de denilebilir) sadece Fenerbahçe’ye özgü değildir. Galatasaray, hiç şüphesiz “ağır top” İnan Kıraç’la başlar. Ve herkesin bilebileceği gibi, İnan Kıraç, Vehbi Koç’un CEO’su olmanın yanında, Vehbi Koç’un damadıdır. Galatasaray başkanı Ünsal Aysal ise, eski bir Koç Holding yöneticisidir. 1974 yılında kurduğu Unit International şirketiyle, petrolün yanı sıra elektrik üretimi ve elektrik santrali projelerinde uzmanlaşmıştır. İran’da beş elektrik santrali inşa eden Ünsal Aysal, Les Ottomans, Park Kimeros Holiday Village gibi otellerin de sahibidir. Galatasaray Yönetim Kurulu üyesi Ali Dürüst, Dürüst Şirketler Grubu ortağı iken, Adnan Öztürk uluslararası çelik tekeli olan Arcelor’un Türkiye yöneticilerindendir. Aka Gündüz Özdemir, 2003-2008 yıllarında Koç Holding’in en eski “markası” olan Arçelik’in genel müdürüdür. Semih Haznedaroğlu, Kutlutaş Holding yönetim kurulu üyesidir. Ali Gürsoy, Gürsoy Şirketler Grubu yönetim kurulu üyesidir. Ahmet Ocaklı, Erya Otomotiv A.Ş. Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Yüce Motor A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini de yürüttü. Son olarak Skoda’nın Türkiye temsilcisi Yüce Auto A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yapmaktadır. Emir Sarıgül, Fethullah Gülen’in Işık Lisesi mezunlarından ve Maritza İnşaat Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütmektedir. Ve diğer bir Galatasaray Yönetim Kurulu üyesi, Cem Vakfı Başkanlığını yapmış olan ve İzzettin Doğan’ın oğlu Sedat Doğan’dır. Görüldüğü gibi, Galatasaray Yönetim Kurulu da, tıpkı Fenerbahçe Yönetim Kurulu gibi belli bir “consensus”u ve “iş dünyasını” temsil etmektedir. Beşiktaş Jimnastik Kulübü, Galatasaray ve Fenerbahçe’den çok değilse de biraz farklıdır. Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören, Milangaz’ın sahibi olan Demirören Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkan vekilidir. Beşiktaş Yönetim Kurulu üyesi Erdoğan Toprak, eski DSP milletvekili, Ecevit hükümetinde Gençlik ve Spor Bakanı ve yeni CHP Genel Başkan yardımcısı. Diğer üyelerden Ertunç Soğancıoğlu, Hürriyet gazetesinin yönetim kurulu üyesidir. Engin Baltacı da, eski DGM savcısıdır. Alaattin Aykaç ise, deniz taşımacılığı yapan Palmali Şirketler Grubu’nda başkan yardımcısıdır. Görüldüğü gibi Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’a göre biraz daha “gariban”dır. Diğer ikisinin yönetim kurulunda Koç Holding’le bağlantılı en az bir kişi bulunmaktadır. (Ama şunu da belirtelim ki, bu “bağlantısızlık” sadece “medya”ya yansıyan bilgilere göredir.) Tüm bunlar, “şike operasyonu”nda herkesin “aynı çuvala” konulmasını olanaksız kılmaktadır. Herşeyden önce, Fenerbahçe ve Galatasaray bu operasyonla birlikte “karşı karşıya” gelmiş görünseler de, her ikisinde de “egemen unsur”un Koç Holding olması işleri karıştırmaktadır. “Şike operasyonu”yla “iki kuş” vurmayı umanların, yani bir yandan “futbol camiası”nı yeniden “dizayn” ederken, diğer yandan “servetin eldeğiştirmesi”ni sağlamayı amaçlayanların, bu “karışıklık” içinde yollarını kaybetme riskine girmemeleri olanaksızdır. Gerçi dışsal olarak bakıldığında, AKP iktidarı ile Koç Holding arasında er ya da geç bir çıkar çatışması kaçınılmaz göründüğünden, “şike operasyonu” aynı zamanda Koç “camiası”na verilmiş bir gözdağı olarak da düşünülebilir. Özellikle Galatasaray’ın “Telekom Arena” stadyumunun açılış töreninde Recep Tayyip Erdoğan’ın protesto edilmesinde gözler Mekteb-i Sultani’ye ve İnan Kıraç’a çevrilince Koç “camiası” ile “hesap” görüleceği beklentisi yükselmiştir. Doğal olarak, “şike operasyonu”nun “merkez üssü” olan Fenerbahçe’nin Yönetim Kurulu’nda Rahmi Koç’un oğlu Ali Koç’un bulunması nihai “hesaplaşma”nın başladığı izlenimi uyandırmıştır. Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın “kanser olmadığı şüphesi”yle ameliyat olmasından sonra ilk kabul edilen ziyaretçi ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden olurken, ikinci ziyaretçi Rahmi Koç olmuştur. Öte yandan Recep Tayyip Erdoğan’ın “yerli otomobil sevdası”na Koç Holding’in talip olması, ortada bir çatışmadan çok bir uyumun olduğunu göstermiştir. Bunlar da “bir taşla iki kuş vurma” hesaplarını belli ölçüde frenlemiştir. (Bu arada, AKP iktidarı döneminde İSO’nun “En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu” listesinin ilk onu içinde Koç Holding’e bağlı beş şirket –TÜPRAŞ, Ford, Tofaş, Arçelik ve Aygaz– bulunduğunu anımsatalım.) Ortalığın iyice karışmasına yol açan bir başka “taraf” ise, lig maçlarının yayın hakkına sahip olan “yayıncı kuruluş”tur. Herkesin bildiği gibi, “yayıncı kuruluş” Digitürk’tür. Digitürk de, Mehmet Emin Karamehmet’in sahibi olduğu Çukurova Holding’e aittir. Turkcell’in sahibi olan Çukurova Holding’in bünyesinde Digitürk dışında, Show TV, Akşam Gazetesi, Superonline, Sky Türk, Güneş Gazetesi, Lig TV, Alem FM, KVK, BMC, Stuff ve Maxim gibi “medya” kuruluşları bulunmaktadır. Lig maçlarının yayın hakkını yıllık 321 milyon dolara dört yıllığına satın alan Digitürk, doğal olarak “şike operasyonu”na “taraf” olmuştur. Özellikle Fenerbahçe’nin küme düşürülmesi durumunda anlaşmayı bozmakla tehdit eden Digitürk TFF’yi çok büyük bir gelirden mahrum edebilecek durumdadır. TFF’nin bu “yayın geliri”nin doğrudan “sportif faaliyetler amacıyla” ihale edilen inşaatlar için tüketildiği göz önüne alınırsa, bundan en çok etkilenecek olanların AKP’li inşaat şirketleri olacağı açıktır. Böylece işin içine bir bütün olarak “Türk işdünyası” girmektedir. Bu koşullarda böylesine çoklu denklemi çözmeye çalışan TFF sürekli olarak “otorite” ve “prestij” yitirmiş, M. A. Aydınlar da “şamar oğlanı”na dönmüştür. Bu gelişmeler karşısında, Nurcular (esas olarak Fethullahçılar) ile Nakşibentlerden oluşan AKP “koalisyonu” ilk çatışmasını yaşamaya başlamıştır. Ancak buradaki en önemli olgu, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi “sevdalıları”yla ayrı bir “baş” çekmeye başlamasıdır. Böylece AKP “koalisyonu”, Nur-Nakşibent tarikatları arasındaki çekişmenin dışında yeni bir durumla karşı karşıyadır. Diğer bir ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan “sevdalıları” yeni bir “iktidar eliti” oluşturmaya yönelmişlerdir. “Kemalist bürokrasi”nin yerine geçen “yeni bürokrasi” ile AKP zenginlerinden oluşan bu “iktidar eliti”, bu iki büyük tarikattan (TFF başkanı M. A. Aydınlar gibi) adam devşirmiştir. Ancak bu “yeni bürokratlar”ın ortak özelliği Recep Tayyip Erdoğan “sevdalısı” olmak ve ona “biat etmek”tir. Dolayısıyla da ne devlet kurumlarını yönetme bilgi ve deneyimine (ÖSS sınavında görüldüğü gibi), ne de belli bir “entelektüel” bilgi birikimine sahiptirler. Bu da, AKP’nin “ustalık dönemi”nde sürekli yalpalanmasına yol açmaktadır. Bugün, “şike operasyonu”, Nurcular ile Nakşilerin “muktedir olma”ya yönelik klasikleşmiş yöntemlerle (“Ergenekon”, “Balyoz” vb.) başlatılmıştır. Ama işin içine “yeni iktidar eliti”nin girmesiyle “şike operasyonu” çıkmaza sürüklenmiştir. Bunun nasıl sonuçlanacağını “güçler dengesi” belirleyecek olsa da, “yeni iktidar eliti”nin giderek “eski” oligarşiyle ittifak kurma eğiliminde olduğu ve buna paralel olarak da “eski” oligarşinin daha fazla etkin olmaya başladığı kesindir. Bugün için, Fethullahçılar ve onların herdaim müttefiki görünen Nakşiler “şike operasyonu”ndan bekledikleri sonucu alamamışlardır. Ne Fenerbahçe denetime alınabilmiş, ne de “futbol camiası” bu operasyon karşısında sarı-lacivert öküzü[1*] hemen teslim etmemişlerdir. Ama operasyonlarının başarısızlığını da kabul etmek durumunda değillerdir. “Ergenekon”, “Balyoz” vb. operasyonlarda kullandıkları Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu vs. “genç toplar” “futbol yorumcusu” olarak sahaya sürmüşlerse de, giderek inanırlıklarını yitirdiklerini de görmektedirler. Doğrudan Recep Tayyip Erdoğan “sevdalıları”nın oluşturduğu “yeni iktidar eliti”nin, Aziz Yıldırım’dan daha çok Fenerbahçe’den yana tavır koyması sonuç almayı da güçleştirmiştir. TFF’nin “olağanüstü genel kurulu”ndan da bir şey çıkmaması üzerine, tüm hesaplar Haziran ayındaki Fenerbahçe kongresine göre yapılmaktadır. Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk’in Aziz Yıldırım’a karşı “alternatif aday” olacağı rivayetleri de (ki Ferit Şahenk bu haberleri yalanlamıştır) bunun tipik görünümüdür. Ancak “şike operasyonu” sadece “bir muharebe alanı”dır. Artık “muktedir” olduklarına, herşeyi yapabileceklerine inananların kendi iç çelişkileri giderek görünür olmaya başlamıştır. “Şike operasyonu”ndaki çıkmazın, AKP iktidarının ekonomik ve siyasal açmazlarıyla birleşerek “kartların yeniden dağıtılmasına” yol açma dinamikleri ortaya çıkarması şaşırtıcı olmayacaktır. Eski Portekiz “muktediri” Salazar’ın da çok iyi bildiği gibi, futbol sadece futbol değildir. [1*] Öykünün aslı “sarı öküz”dür. Son dönemde siyasette sıkça sözü edilen bu “sarı öküz” öyküsü şöyledir: Bir çakal sürüsü, bir öküz sürüsüne dadanmış. Öküzler korkmuşlar ama birlik olup çakalları püskürtmeyi başarmışlar. Ama her gün, her gün aynı korku ile yaşamaktan da bezmişler. Çakallar da yemek istedikleri öküzleri yiyemedikleri için iyice hınçlanmışlar.Günler böyle sürüp giderken, çakalların lideri değneğin ucuna beyaz bayrağı takıp, öküzlerin lideri ile görüşmeye gitmiş. Demiş ki: Biz sizden çok şey istemiyoruz. Bize şu sarı öküzü verin, sizi rahat bırakalım, söz bir daha da rahatsız etmeyelim. Öküzlerin en yaşlısı duruma karşı çıkmış. “Sakın” demiş, “sakın ola ki çakalların verdiği söze güvenmeyin sarı öküzü vermeyin”. Ama onu dinleyen olmamış. Sarı öküz çakalların yemeği olmuş. Çakallar doymak bilmemiş. Hep birilerini istemişler, öküzlerde vermişler. Sayıları azalmış. Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Toplanıp yaşlı öküzün karşısına çıkmışlar. Çakallar sözlerinde durmadılar, acaba demişler, acaba biz nerede hata yaptık? Yaşlı öküz cevap vermiş, “Biz hatayı ilk sarı öküzü vermekle yaptık”. ![]() Kurtuluş Cephesi, 125. Sayı, Ocak-Şubat 2012 | |
|