Devrimci Gençlik
ŞİMDİ AKKOR ZAMANIDIR, YAKINDA YALNIZ IŞIK GÖRÜLECEKTİR!

Seçim Ortamına Girilirken
Türkiye'nin Genel Görünümü

Kurtuluş Cephesi

      Seçimlere iki ay kalmışken, her an her şeyin olabildiği Türkiye’de son iki ay içinde gündemi belirleyen olayları kısaca özetleyelim:
      – Merkez Bankası, 2010 sonunda %6 olan banka mevduatlarının zorunlu karşılık oranlarını, yani Merkez Bankası’nda bloke etmek zorunda oldukları oranları, Ocak 2011’de %8’e, Şubat 2011’de %12’ye ve son olarak da (23 Mart 2011) %15’e çıkardı. Böylece üç ayda piyasalardan, daha tam ifadeyle bankalardan 41,3 milyar TL çekmiş oldu.
      – Ocak ayı boyunca AKP’nin 12 Haziran seçimlerinde “en az” %45 oy alarak tek başına iktidar olacağına ilişkin “anket” haberleri gazete manşetlerinde yer aldı.
      – 11 Şubat 2011: Mısır’da Tahrir Meydanı “zafer kazandı” ve Hüsnü Mübarek’in yetkilerini askeri konsey devraldı.
      – 16 Şubat 2011: Selçuk Üniversitesi İlahiyet Bölüm Başkanı Prof. Orhan Çeker, dekolte giyenin tecavüzü göze alması gerektiğini söyledi. Prof. Orhan Çeker: “Sorunun odağında kadın var. Sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmaz. Tahrikten sonra sonucundan şikayet etmen makul değil.” dedi.
      – 17 Şubat 2011: “Medya” manşetlerine göre, “sivil protesto” eylemleriyle gerçekleşen Tunus ve Mısır “devrimleri”nin “domino etkisi” Libya’ya ulaştı. Libya’da “Kaddafi muhalifleri” “demokrasi için sokaklara döküldüler” ve Bingazi’yi ele geçirdiler.
      – Türkiye “devleti”, 21-23 Şubatta gerçekleştirdiği “büyük bir operasyon”la, 15 bin “vatandaşı”nı, “büyük başarıyla” Libya’dan tahliye etti.
      – 25 Şubat 2011: Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “gelme dedik geldi” manşetleriyle “beş saatliğine” Türkiye’ye geldi. Sarkozy’ye “düşük profilli karşılama töreni” yapıldı ve Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek Sarkozy’i “çiklet çiğneyerek uğurladı”.
      – 26 Şubat 2011: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kaddafi’nin tüm mal varlığını dondurma kararı aldı.
      – 28 Şubat 2011: Recep Tayyip Erdoğan, “NATO’nun Libya’da Ne İşi Var, Böyle Saçmalık Olabilir Mi?” diye kükredi.
      – 1 Mart 2011: Rekabet Kurulu’nun, özel şirketlere “promosyon verilmemesi” konusunda kendi aralarında anlaşma yaptıkları için 8 banka hakkında (Akbank, Demirbank, Finans Bank, Garanti Bankası, Halk Bankası, İşbankası, Vakıflar Bankası ve Yapıkredi Bankası) açtığı soruşturmada bankaların yöneticileri ifade verdi. Rekabet Kurulu’nun bankaların cirolarının %10’una kadar (1,8 milyar TL) ceza verebileceği açıklandı.
      – 2 Mart 2011: Devlet Bakanı Ali Babacan, Merkez Bankası’nın aldığı son kararları değerlendirirken, “Ortalamayı yükselten 3-4 banka tespit ettik, bunun geçici olduğunu düşünüyoruz. Bunu polisiye tedbirlerle yapmayı tercih etmiyoruz. Baktık hiç uyulmuyor, o bankalar o zaman kendilerine özel tedbir beklesinler” dedi.
      – 8 Martta Rekabet Kurulu 7 bankaya, cirolarının binde 4’üne denk düşen 72 milyon TL ceza kesti.
      – Abdullah Öcalan ateşkesin 1 Martta sona ereceğini açıkladı. Daha sonra avukatları tarafından yapılan açıklamada ateşkesin süresinin 21 Marta kadar uzatıldığı bildirildi.
      – 3 Mart 2011: yapılan “Ergenekon” operasyonunda gözaltına alınan Yalçın Küçük, Nedim Şener ve Ahmet Şık’la birlikte Odatv çalışanları Müesser Yıldız, Doğan Yurdakul, Suat Çakır ve Coşkun Musluk tutuklanırken, “olay kadın muhabir” İklim Bayraktar serbest bırakıldı.
      – Serbest bırakılan İklim Bayraktar’ın Deniz Baykal tarafından “taciz edildiği” iddiası gündeme “bomba gibi” düştü.
      – 11 Mart 2011: Japonya’da büyük deprem oldu ve büyük bir tusunami meydana geldi. “Medya”ya göre, Japonlar depremde yeni bir “zaman rekoru kırdılar” ve “ilk belirlemelere göre” bu büyük depremde 17 kişi öldü.
      – 12 Mart 2011: Japonya’daki Fukuşima nükleer santralinde büyük bir patlama oldu.
      – 14 Mart 2011: İbrahim Tatlıses’e “suikast” düzenlendi.
      – 17 Mart 2011: Japonya’daki deprem sonrası meydana gelen tusunamide (“resmi kayıtlara göre”) ölenlerin sayısının 8 bine ve kayıpların sayısının 10 bine ulaştığı açıklandı.
      – 17 Mart 2011: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, “sivil halkı korumak” amacıyla Libya’da “uçuşa yasak bölge” oluşturmak için müdahale kararı aldı.
      – 19 Mart 2011: Libya, Fransız, İngiliz ve Amerikan uçakları tarafından bombalanmaya başlandı.
      – 24 Mart 2011: “özel yetkili” mahkeme kararıyla, “Ergenekon” operasyonunda tutuklanan Ahmet Şık’ın yayınlanmamış “İmamın Ordusu” adlı kitabının kopyalarının “örgütsel belge” olduğu gerekçesiyle toplatılmasına ve imha edilmesine karar verildi. Bu amaçla İthaki yayınevi ile Radikal gazetesinde arama yapıldı.
      – 24 Mart 2011: TBMM’de yapılan “gizli” oturumda Libya’ya asker gönderilmesine ilişkin tezkere kabul edildi.
      – 24 Mart 2011: BDP “sivil itaatsizlik” eylemine başladı.
      – 25 Mart 2011: Ergenekon operasyonunda tutuklanan Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” adlı basılmamış kitabının tüm kopyalarının toplatılması ve imha edilmesi için İthaki Yayınevi ile Radikal gazetesine baskın yapıldı.
      – 29 Mart 2011: Hükümete altı ay süreyle Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi veren yasa tasarısı meclise sunuldu.
      – 30 Mart 2011: İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın 2 Mart günü yaptığı açıklamaya yanıt verirken, “Polisiye derken herhalde geriye basındaki gibi gelip götürmek kaldı” dedi. Özince, “Polisiye ne tedbir uygulayabilirsiniz ki bir bankaya? Hukuk devletinde değil miyiz” diye de sordu.
      – 30 Mart 2011: Ergenekon davasıyla birleştirilen Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı soruşturması kapsamında ilahiyat profesörü Zekeriya Beyaz, Prof. Abdurrahman Küçük, Prof. Şahin Filiz, Prof. Mehmet Aydın, Prof. Slim Çörçü ve Prof. Kadir Albayrak’ın evleri basıldı.


      İbrahim Tatlıses “suikasti” dışta bırakılırsa, emperyalist ülkelerin Libya’ya saldırısı, Ergenekon’un “medya ayağı”na yönelik operasyon, Japonya’daki nükleer felaket, Merkez Bankası’nın “sıcak para operasyonu” ve nihayetinde basılmamış, henüz hazırlık aşamasında olan bir kitabın “örgütsel belge” olduğu gerekçesiyle tüm kopyalarının toplatılması, birbiri ardına gelişen ve her birinin diğerini gündemin alt sıralarına ittiği olaylar dizisidir. Yakından bakıldığında Libya harekatı, Ergenekon operasyonu, basılmamış kitabın “örgütsel belge” ilan edilmesi ve “sıcak para operasyonu” yanında, İbrahim Tatlıses’in Recep Tayyip Erdoğan tarafından AKP “aday adayı” ilan edilmesi de, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamına ilişkin olaylardır. Bir ilahiyat prof.’unun “dekolte-tecavüz” açıklaması da bunlara eklendiğinde, son iki ayın olaylarının bir bütün olarak ekonomik, toplumsal ve siyasal alanı kapsadığı açıktır.
      Birbiri ardına ve birbiriyle iç içe gelişen bu ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar, Türkiye’de her an her şeyin olabildiğini çok açık biçimde göstermektedir.
      Eğer bir ülkede, ekonomik, toplumsal ve siyasal tüm alanları kapsayan ve sürekli varlığını sürdüren böylesine bir olaylar dizisi söz konusuysa, o ülkede “istikrar”dan söz edilemez. Bu olaylar, ülkenin altyapısından (ekonomik) üstyapısına (siyasal) kadar tam bir dengesizlik içinde olduğunu gösterir. Eğer bir toplum dengesizse, ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların ne yönde gelişeceği, ne yöne akacağı ve hangi sonuçları doğuracağı belirsizleşir. Böylesi bir dengesiz toplumda yaşayan bireyler, toplumsal sınıflar ya da toplumsal kesimler de, dengesizliğin süresine ve boyutlarına bağlı olarak değişik siyasal tutumlar sergilerler.
      Uzun süren dengesizlik durumu, çoğu zaman toplumun duyarsızlaşmasına, kendi yazgısına, kendi geleceğine kayıtsız kalmasına yol açar. Günü kurtarmak, günü yaşamak, uzun süre dengesiz olan toplumların ortak özelliğidir. Ancak aynı dengesizlik, ters yönde etkide bulunarak, dengesizliğin yol açtığı belirsizlikten kurtulma yönünde toplumsal hareketlere de yol açar. Ama gerek kayıtsızlık, gerekse toplumsal kurtuluş yönündeki hareket, her durumda toplumun siyasal yönetimine yansır ve siyasal yönetimin “siyasal zor”unu devreye sokar.
      Bu “siyasal zor”, dengesiz toplumun denetime alınmasını amaçlar. Öte yandan ekonomik altyapıdaki dengesizlik de, bu “siyasal zor”un ekonomik durumu “denetim” altına alması yönünde etkide bulunur. Bir diğer ifadeyle, “siyasal zor”, ekonomik, toplumsal ve siyasal dengesizliği düzenlemeye yönelir. “Siyasal zor”un bu yöndeki hareketi etkili olduğu koşullarda, toplumdaki dengesizlik yeniden düzenlenir. Böylece dengesizliğin düzenlenmiş bir hali olarak suni denge ortaya çıkar. Daha tam ifadeyle, eğer bir toplumda siyasal zor iktisadi evrimden bağımsızlaşmış ve iktisadi durumu kontrol etmeye yönelmişse ve toplum bu şekilde ayakta duruyorsa, o toplumdaki denge suni dengedir.
      Suni denge, “kararsız denge”, yani dengenin kararsız bir durumu değildir. “Kararsız denge”, toplumsal dengenin her an (iç ve dış) herhangi bir müdahaleyle şu ya da bu yönde bozulacağı bir durumu ifade eder. Suni denge ise, dengesizliğin düzenlenmiş hali olduğu için, kendi içinde belli bir “istikrarı”, kalıcılığı içerir. Bu nedenle de, “kararsız denge” durumunda ortaya çıkan ve siyasal istikrarsızlığın ifadesi olan “siyasal kargaşa” durumu, suni denge koşullarında daha az görülür. Bu durum da, ülkedeki dengesizliğin (ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımın) derinleşmediği, olgunlaşmadığı şeklinde bir “algı”ya yol açar. Bu “algı”nın (“kanı”) sonucu olarak da, siyasal eylemler sürekli ve kalıcı bir örgütlenmeye dönüşemez. Gelişen olaylara karşı gösterilen tepkiler, kısa vadeli hedeflere yönelir, tekildir ve siyasal öncünün varlığına gereksinme duymaz. Böyle durumlarda “siyasal zor” da, askeri biçimde maddeleşmez.
      Ancak her durumda toplum dengesizdir ve dengesizliği ortadan kaldırmanın tek yolu, “siyasal zor”un denetim altına aldığı ekonomik evrimin önünü açmaktır. Bu da, kesinkes, toplumun dengesini bulabilmesi için bir devrime gereksinimi olduğu demektir. Yani toplum bir devrime gebedir; devrimin nesnel koşulları mevcuttur. Ve tarihsel olarak, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesi zor’dur. Bu da silahlı eylemin nesnel koşullarının mevcudiyeti demektir.
      Burada devrimci zor, silahlı devrimci mücadele, kendi haklılığını ve meşruiyetini, tarihsel evrime ters düşen “ancient regime”in “siyasal zor” kullanmasından alır. Eğer karşı taraf, toplumun evrimini “siyasal zor” ile denetim altına alıyorsa, toplumsal dönüşümü “siyasal zor” ile engelliyorsa, bu engeli ortadan kaldırmanın yolu, zora karşı zora başvurmaktan geçer. Bir maddi güç, ancak bir başka maddi güç tarafından ortadan kaldırılabilir.
      Buraya kadar ortaya koyduklarımız tarihsel ve nesnel gerçeklerdir. Ancak mevcut düzenin “siyasal zor”la varlığını sürdürdüğünün nesnel olarak saptanması, devrimci siyasal hareketin ve silahlı devrimci mücadelenin öznel koşullarının kendiliğinden ortaya çıkacağı demek olmadığı gibi, silahlı devrimci mücadelenin geniş kitlelerin bilincinde haklı ve meşru olarak kabul edileceği ve silahlı devrimci mücadeleye katılacakları demek de değildir. Eğer böyle olsaydı, devrimin gerekliliğinin ve silahlı devrimci mücadelenin zorunluluğunun bilimsel olarak saptanması, tek başına devrimin öznel koşullarının ortaya çıkması için yeterli olurdu. Bunun olabilmesi için, herşeyden önce kitlelerin devrimin gerekliliğinin ve bunun yolunun da silahlı devrimci mücadeleden geçtiğinin bilincinde olmaları gerekir.
      Yazımızın başında yer alan son iki ayın olaylarının toplumun ne kadar dengesiz olduğunu açıkça göstermesine karşın, bu durumu değiştirmeye yönelik toplumsal hareketin ne kadar cılız ve güçsüz olduğu ortadadır. Bir devrimin olabilmesi için nesnel koşullar mevcut ve hatta olgunken, devrimi gerçekleştirecek öznel koşulların zayıf ve güçsüz oluşu ülkemizin içinde bulunduğu koşulların bir gerçekliğidir.
      Dün olduğu gibi bugün de, bizler, yani devrimin, demokratik bir devrimin zorunluluğunun ve gerekli nesnel koşulların varolduğunun bilincinde olan devrimciler, devrimin zorunluluğunu ve gerekliliğini ne kadar söylersek söyleyelim, mücadelenin gerektirdiği öznel koşulları sağlayamadığımızı çok iyi biliyoruz. Bunun nedeni, nesnel koşulların yetersizliği değil, bu nesnel koşulların öznel bilince yansımaması ya da çarpık olarak yansımasıdır.
      Şubat 2001 krizini yaşamış bir toplumun, “dini bütün”, “içinde allah korkusu olan” AKP’yi bir “umut” olarak kabul ettiği açıktır. Büyük bir “medya” ve “aydın” propagandasıyla AKP’yi oluşturan şeriatçıların “değiştiği”, “düzenle” (laik devletle) “barışık oldukları” inancı toplumun en dinamik kesimleri tarafından bile kabul edilmiştir. Bu da, kitlelerin düzene olan “umutları”nı pekiştirmiş, “olumlu” beklentilerini çoğaltmıştır. Kendisini devrimci, sosyalist, komünist vb. sıfatlarla tanımlayan en dinamik ve en ileri unsurlar bile, bu ortamda, mevcut düzen içinde kendilerine bir gelecek tasarlayabilecek (popüler dilde “kariyer planlaması”) duruma gelmişlerdir. “Düzen karşıtlığı”, sözcüğün tam anlamıyla düzenin reforme edilmesine yönelik eylemlere dönüşmüştür. Daha da kötüsü, bu reformist eylemler “devrimci”, “sosyalist”, “komünist” eylemler olarak görülmüş ve kabul edilmiştir. Mevcut düzenin topyekün değiştirilmesi (devrim) ise, “güzel bir ütopya” olarak ilan edilmiştir. Silahlı devrimci mücadele, illegalite, gizlilik vb. kavramlar, sözçük olarak bile tüm “sol” yazından silinip atılırken, silahlı mücadelenin neden kaçınılmaz olduğu düşünülemez ve konuşulamaz hale gelmiştir. 12 Eylül askeri darbesinin yeniden “tesis” ettiği suni denge, 1990’lar boyunca sürüp giden “globalleşen dünya” söylemiyle düzenin içselleştirilmesiyle pekiştirilirken, AKP iktidarıyla birlikte egemen hale gelen “tüketim ekonomisi”nin yarattığı “ekonomik refah” beklentisiyle daha da güçlendirilmiştir.
      Bu hava içinde, ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma gibi kavramlar bir yana atılırken, laiklik “yapay gündem” olarak görülmüştür. En “solcu”sundan en ilerici ve demokratına kadar hemen herkes, ekonomik refahın ekonomik-ulusal kalkınmayla, ulusal bağımsızlıkla gerçekleşeceğine inanmaz ve düşünemez hale getirilmiştir. Ulusal bağımsızlık istemi, “ulusalcılık” olarak damgalanırken, “ulusalcılık” da “askeri vesayet”le özdeşleştirilmiştir. Amerikan emperyalizminin Irak işgali ve bu işgal karşısında AKP iktidarının tutumunun açık ve belirgin olmasına karşın, “akıl almaz” bir biçimde, Türkiye’nin emperyalizmle birlikte gelişip kalkınabileceğine inanılmıştır.
      Bu süreçte, siyasal özgürlükler, “bireysel haklar” düzeyine, Cem Boyner’in sözüyle “bireysel mutluluk” düzeyine indirgenmiştir. Kadın sorunu, çevrecilik vb. konularda “reform”lar siyasal özgürlüklerden çok daha fazla önemsenir hale gelmiştir. Sözcüğün tam anlamıyla neo-liberalizm, bir “özgürleşme”, “kurtuluş” olarak görülmüştür.
      Tüm bunlar, “medya” yoluyla, “solcu aydın” eliyle ve soldaki legalizmle ideolojik olarak üretilmiş ve kabul ettirilmiştir.
      Ve Türkiye, 2008’in Mart ayından itibaren yeni bir sürece girmiştir. Bu sürecin belirleyicileri ise, “Ergenekon” operasyonları ve ekonomik krizdir.
      “Ergenekon” operasyonları, AKP’nin iktidarını sürdürebilmek için “muhalif”lerine karşı “siyasal zor”u son kertesine kadar uygulayacağının ilk adımı olmuştur. 2008 ekonomik krizi ise, tefeci-tüccar sermayesinin tüm ekonomiyi denetime almaya yönelik AKP eliyle uyguladığı “ekonomik zor”unun yoğunlaştırılmasına yol açmıştır. Ancak AKP’nin “muhalifler”ine yönelik “siyasal zor”u ve ekonomik durumu denetime almayı amaçlayan “ekonomik zor”u, bu hava içinde tam olarak “algı”lanmamıştır. AKP, 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda “zafer” kazanmışsa da, seçmenlerin %42’sinin kesin ve net bir biçimde AKP’ye karşı olduğunun ortaya çıkması üzerine “ekonomik ve siyasal zor”unu daha yoğunlaştırması ve yaygınlaştırması süreci başlamıştır. Bu gelişme, referandum aracılığıyla yargıyı denetim altına alan AKP’nin “siyasal ve ekonomik zor”unun “eski” yasal sınırlamalardan tümüyle kurtulmasıdır.
      Bugün AKP, yasallık görünümü altında, kendinden önceki tüm yasal sınırlamaları ortadan kaldırarak kendi mutlak iktidarını kurmaya yönelmiştir. Artık varolan hiçbir yasa AKP’nin mutlak iktidarı için bir engel niteliğine sahip değildir. Bu öylesine bir durum yaratmıştır ki, yasallık ve meşruiyet anlamını yitirmiştir. AKP, mevcut yasaları büyük ölçüde değiştirmemiştir. Bu yönüyle AKP’nin “yasa tanımaz” olduğundan, “yasaları çiğnediğinden” kimse söz edememektedir. Gerçekte ise, tüm yasalar, “yargı” yoluyla, AKP’nin istediği yönde eğilip bükülmektedir. Ama mevcut yasalara biçimsel olarak (hukuksal ifadesiyle “lafızlarına”) “uygun” hareket edilmesi karşısında demokrat hukukçuların bile elleri kolları bağlı kalmaktadır. Bununla da yetinmeyen AKP, şimdi ülkeyi altı ay süreyle “kanun hükmünde kararname”yle yönetmek istemektedir.
      Eğer bir ülkede bir iktidar “yasa tanımaz” hale gelmişse, kendi yasallığını kendisi çiğner hale gelmişse, açıktır ki, bu “yasa tanımaz”, baskıcı iktidara karşı “direnme hakkı”, tarihsel ve toplumsal olarak meşrudur. Ancak AKP’nin yasallığını, yasama organın yeni yasalar çıkarmasıyla değil de, mevcut yasaları yargının “lafzi” yorumuyla “uygulaması” bu klasik anlayışın “ezber”ini bozmuştur. Artık “yasallık”, meşruiyeti içeren bir tanım olmaktan çıkmıştır.
      Bugün yasaların “lafızları”na “uygun” olarak yargının getirdiği yorumla yürütülen AKP icraatlarının biçimsel “yasallığı”, evrensel (burjuva) hukukunun “yasallık” anlayışıyla açıklanamaz hale gelmiştir. Bu da, siyasal bir iktidarın tüm icraatının “yasalara uygun” olduğu sürece “meşru” olduğunu vaaz eden burjuva hukuk anlayışının küçük-burjuva yorumunun iflası demektir.
      Oysa durum çok açıktır. AKP’nin “yasallığı”, ülkemizde egemen olan oligarşik diktanın yasalarına dayanan bir “yasallık”tır. “Eski” tanımla, sömürge tipi faşizmin yasallığıdır. Yine “eski” tanımla, “Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan ‘temsili demokrasi’ ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir”. AKP’nin tüm yaptığı, yasallığını, meşruiyetini sömürge tipi faşizmde bulan bir düzenin yasalarını kendi çıkarları için “yorum”lamaktan ibarettir.
      Bu durum karşısında küçük-burjuva aydın kesimin içine düştüğü çaresizlik ise, tümüyle sömürge tipi faşizmi, oligarşik dikta yönetimini uzun yıllardır yasal ve meşru görmesinden kaynaklanmaktadır.
      “Evrensel hukuk” açısından, hiç kimse yasaların suç saymadığı bir eylemden dolayı suçlanamaz ve mahkeme kararı olmaksızın cezalandırılamaz. Evet, bugün yayınlanmamış, henüz taslak halindeki bir kitabın bilgisayar kopyalarının imha edilmesi için bir mahkeme kararı çıkartılmıştır. Üstelik bu basılmamış kitabın kopyalarını bulunduranların, yasadışı faaliyetlere yardımcı olmaktan dolayı suçlanacakları peşinen ilan edilmiştir. Karar, mevcut yasalara uygundur ve “özel yetkili”de olsa bir mahkeme tarafından alınmıştır. Öyleyse “şeriatın kestiği parmak acımaz”!
      Şüphesiz, gerçeklikte durum hiç de böyle değildir. AKP iktidarı, biçimsel olarak ve yargı yorumuyla yasalara ne kadar “uygun” davranıyor görünürse görünsün, muhaliflerine karşı “siyasal zor” uygulamaktadır. Bu “siyasal zor”, hiçbir biçimde yasallık ve meşruiyet kapsamında değerlendirilemez. Gerçek bir demokrasinin hiçbir zaman olmadığı, daha tam ifadeyle, demokratik devrimin tamamlanmadığı bir ülkede, klasik anlamda “burjuva yasallığı”ndan söz etmek zaten olanaksızdır.
      Yasadışı dinlemeler ve bu yasadışı dinlemelerin “yasal kanıt” olarak mahkemelerce kabul edilmesi bile, AKP iktidarının “yasallığını” yitirdiğinin bir göstergesidir.
      Bu durum bu kadar açık ve netken, 12 Haziran seçimleri bu durumdan “kurtuluş”un ya da AKP’nin “yasa”lara “lafzi” uygunluk altında yasa-tanımazlığını durdurabilmenin bir aracı olarak görülmektedir. Burada ortaya çıkan seçime endeksli yanılsama, siyasal iktidarın mevcut yasalara biçimsel olarak uyuyor görünüyor olması karşısında “tüm yasal olanakların tüketilmediği”nin varsayılmasından türer. Bu varsayım, aynı zamanda “direnme hakkı”nın “tüm yasal olanakların tüketildiği” koşullarda kullanılacağı yanılsamasını da beraberinde üretir. “Direnme hakkı”nı örgütleyecek ve bu harekete öncülük yapacak öncünün olmadığı koşullarda, “tüm yasal olanakların tüketilmesi”, traji-komik bir ifadeyle, AİHM’sine gitmekten başka bir sonuç vermeyecektir.
      Bugün ülkemiz solunda legalizm ve legalizmle biçimlendirilmiş reformizm, egemen, hatta tek etkin güçtür. Bu “sol legalizm”, mevcut düzenin AKP öncesi yasallığının sınırları içinde “mücadele”yi esas alırken, bugün bu yasallığın sonuna gelinmiştir. “Baskıya karşı direnme hakkı”, her türlü tartışmanın ötesinde haklı ve meşru hale gelmiştir. Ancak her türlü araçlarla ve yöntemlerle AKP’nin yasa-tanımazlığına karşı “direnme”nin kaçınılmaz olduğu bugünkü koşullarda, solun legalizasyonu, “direnme hakkı”nın zorunlu kıldığı gizli örgütlenmeyi oluşturmak bir yana, böyle bir örgütlenmenin gerekliliği bilincinin bile yok olmasına yol açmıştır. Bu nedenle, legalize solun etkisi altında olan bireylerin böylesi bir “direniş” mücadelesinde etkin olmalarının öznel koşulları mevcut değildir.
      Bugün sol, ülkede milli bir krizin var olup olmadığını bile tartışmayan, hatta hiç bilmeyen insanlardan oluşmaktadır. Silahlı mücadeleyi sözel olarak savunan sol örgütler bile legalize olmuşlardır. Böylesi öznel koşullarda seçimlerin “yasal bir olanak” olarak görülmesi ve gösterilmesi kaçınılmazdır.
      Türkiye seçim sath-ı mailine girdiği şu günlerde, seçimlerin “dürüst ve adil” bir seçim olup olamayacağı bile tartışma konusudur. Herşey AKP’nin oy kaybetmesine ve “dördüncü” bir partinin barajı aşıp aşmamasına endekslenmiştir. Öte yandan AKP, Amerikan emperyalizminin her dediğini yerine getirerek, içte daha rahat ve pervasız hareket edebilmektedir.
      Son gelişen olayların açıkça gösterdiği gibi, 12 Haziran seçimleri, AKP iktidarının yasa-tanımazlığına karşı bir “çıkış umudu” olmaktan çıkmıştır. “Legalize sol”, tam bir aymazlık ve boşvermişlik içinde seçimlerde nasıl bir tutum alacağını bile belirleyememektedir. Bir yandan 12 Haziran seçimlerini, AKP’nin tek parti diktasını önlemenin “son olanağı” olarak sunarken, öte yandan CHP’yi “destekleme” cesareti bile gösterememektedirler. “Umulan” ve beklenen tek şey, 12 Haziran sonrasında AKP’nin her türlü meşruiyetini yitireceği ve böylece “sivil direniş”in (kimilerinin “sivil itaatsizlik” adını verdikleri “pasifizm”) “tek seçenek” olarak kitlelerin gündemine gireceğidir. Unutulan ise, böylesi bir “direniş”in sadece ve sadece burjuva demokratik yasallığının çerçevesi içinde etkin olabileceğidir. Gerçek burjuva demokrasisinin, burjuva demokratik yasallığının tarihinin hiçbir döneminde varolmadığı bir ülkede böylesi bir “umut” ve beklenti, “sivil vesayete” teslim olmaktan başka sonuç vermeyecektir.








Kurtuluş Cephesi, 120. Sayı, Mart-Nisan 2011