Kurtuluş Cephesi, 119. Sayı Ocak-Şubat 2011
İÇİNDEKİLER
— Güncel Durum
— Ekonomide Komplo Korkusu (Sıcak Para Operasyonu)
— Duble Yol ve Kapalı Üretim Birimlerinin Kapitalizme Açılması
— Ne Olursa Olsun, Nasıl Olursa Olsun, "Sorunu" Çözmek! (Ulusal Sorunda Pratiklik)
— “Medya”nın “Devrim” Aşkı! [Tunus ve Mısır “Devrimi”]
— "Yozlaşmaya Karşı Mücadele"de "Haydar Hakyemez"!
— Muhafazakarlaşma
— Mekteb-i Sultani'nin Aristokratları
[Özgün formatıyla, .pdf]
— Kurtuluş Cephesi, 119. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 118. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 117. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 116. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 115. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 114. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 113. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 112. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 111. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 110. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 109. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 108. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 107. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 106. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 105. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 104. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 103. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 102. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 101. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 100. Sayı
— Ana Sayfaya Dönüş
|
Ocak ayının ortalarına gelinirken, siyaset yeniden kıpırdanmaya başladı. Öğrenci eylemleri, 102 sayılı yasa "gereğince" Hizbullahçıların cezaevlerinden tahliye edilmesi, "ucube" tartışmaları, içki yasakları ve nihayetinde "Aslan Gassaray" protestosu siyasetteki yeni canlanmanın, kıpırdanmanın ilk işaretleri oldu.
Henüz seçim sath-ı mailine girilmediğinden, henüz milletvekili aday adayları bile ortaya çıkmamışken ve hatta seçimin kesin tarihi bile belirlenmemişken ortaya çıkan bu kıpırdanmalar, geçen yılın son aylarındaki "siyasal rehavet" ve durgunluk günlerinin geride kaldığını göstermektedir.
Bugün için AKP iktidarına yönelik "toplumsal muhalefet" siyasetin lokomotifi olurken, aynı zamanda seçim sath-ı mailinde ortaya çıkacak gelişmelerin de habercisi sayılabilir. Ancak "siyaset", doğrudan iktidara ilişkin bir faaliyet olduğundan, bu gelişen "toplumsal muhalefet", kaçınılmaz olarak seçim ortamındaki siyasetle bütünleşecektir.
Öte yandan Recep Tayyip Erdoğan’ın (nereden bakıldığına göre değişen) "Aslantepe/Seyrantepe" protestosuna "aristokrat" Galatasaray’ın "Kongre üyeleri"nin gönüllü katılımıyla birlikte, değişik toplumsal kesimlerin siyasal tercihlerinin değişmekte olduğu da açığa çıkmıştır.
Bizi burada asıl ilgilendiren toplumsal kesim, "sol" ve "sol"a oy veren seçmendir.
12 Haziran seçimlerinin (elbette "şimdilik", çünkü seçim tarihi kesinleşmemiştir) "en kritik" seçim olacağı kesindir.
"En kritik" seçimdir, çünkü Recep Tayyip Erdoğan ve AKP için "ölüm-kalım" seçimidir. Üstelik 2007 seçimlerinde olduğu gibi %47 oy oranı AKP için tek başına yeterli değildir. "Hesaplar", "ılımlı islam"ın mutlak egemenliğini sağlayacak bir "ılımlı islam anayasası" hazırlanması ve Recep Tayyip Erdoğan’ın (en yakın olasılık olarak) 2012’de cumhurbaşkanı değil, "devlet başkanı" olarak devletin tepesine yerleşmesi üzerine yapılmaktadır. Açıktır ki, bu da AKP’nin "anayasayı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğa", yani 367 milletvekili çıkarmasını sağlayacak bir oy oranına (%50) sahip olmasını gerektirmektedir. Öte yandan Recep Tayyip Erdoğan’ın "devlet başkanı" olabilmesi için de, seçimlerde AKP’nin %50 oy oranına ihtiyaç vardır. Aksi halde, yani bu oy oranının altında kalındığında, birilerine tavizler verilmesi, uzlaşmalara gidilmesi zorunlu olacaktır.
Diğer yandan "AKP karşıtları"nın, asıl olarak da CHP ve MHP’nin toplam %45’ler düzeyinde oy alması ya da AKP oylarının %40’ların altına düşmesi durumunda AKP’nin yeniden iktidar olabilme olasılığı da büyük ölçüde tehlikeye düşecektir. Bu durumda ise, AKP "yandaşları"nın sekiz yıllık iktidar döneminde servetin el değiştirmesiyle sağladıkları üstünlüklerini tümüyle yitirmeleri söz konusudur. Özellikle muhalefet partilerinin AKP’den "hesap" soracaklarını açıkça ilan ettikleri bir ortamda, sadece kazandıkları servetlerini değil, doğrudan kendi varlıklarını bile yitirebilecekleri de açıktır. Bu da 12 Haziran seçimlerini "en kritik" seçim yapmanın ötesinde, AKP için "ölüm-kalım" seçimi haline getirmektedir.
İşte bu "en kritik" seçim ortamında tüm silahlar siyaset sahnesine sürülmeye başlanmıştır. Amaç, her türlü yol ve araç kullanılarak amaca, yani mutlak çoğunluğa ulaşmaktır.
AKP, kendisi için olmaz-sa-olmaz olarak düşündüğü %45-50 oy oranına ulaşabilmek için, herşeyden önce 29 Mart 2009 yerel seçimlerindeki %38’lik oy oranını yükseltmek, en az %7-10 civarında bir oy artışı sağlamak zorundadır. Bunun olası üç yolu vardır.
Birincisi, 12 Eylül referandumunda kendi saflarında yer alan "ülkücüler" aracılığıyla ve milliyetçi söylemle MHP’nin oylarının bir bölümünü kendisine çekmektir. Özellikle MHP’nin Anadolu’nun küçük illerinde ve kasabalarında yoğunlaşmış olan seçmen kitlesi "bire-bir" ilişkiye çok açıktır. Edilgen durumdaki "ülkücüler" çok kolaylıkla ayrıştırılabilmektedir. Devlet Bahçeli’nin "devlet adamı sorumluluğu"yla, "devletin bekası için" "ülkücüler"i pasifize etmesi de bu ayrışmayı kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan PKK’nin "ateşkes" ilan etmesi MHP’nin milliyetçi söyleminin şiddetini azaltmıştır. "Eski ülkücüler" denilen ve sola karşı "eski tarzda" şiddetten yana olan kesimin, AKP tarafından sağlanan "avantalar" ile soyut bir "milliyetçilik" söylemi içinde AKP saflarına alınabilmesinin zemini oluşmuştur. MHP’nin küçük yerleşim yerlerindeki örgütlülüğü, BBP örneğinde de görüldüğü gibi, kolayca saflaştırılabilmektedir.
Bu "siyaset"in temel araçlarından birisi "eski ülkücüler"in Alparslan Türkeş döneminden itibaren MHP tarafından dışlanmışlıklarıyla belirlenen MHP karşıtlığıyken, diğeri MHP’nin "devlet adamı sorumluluğu" görünümü altında faşist milisleri pasifize etmiş olmasıdır.
AKP’nin MHP üzerine yaptığı hesaplar, MHP’nin %4-5 oyunu kendisine çekmeye yöneliktir.
İkincisi, "küçük partiler"in, yani Saadet Partisi, Demokrat Parti, BBP, Türkiye Partisi (Abdüllatif Şener’in partisi) vb. partilerin seçim ittifakı yapmalarının engellenmesi, olanak olduğu ölçüde eritilmesi ya da AKP saflarına çekilmesidir.
AKP, tüm iktidar olanaklarını kullanarak bu partileri satın almaya çalışmaktadır. Bunun için kullandığı en temel araç, kendi denetimine alabileceği kişilerin bu partilerin yönetimine seçilmesini sağlamaktır. Bu "operasyon"da etkin unsur Fetullahçılardır. Saadet Partisi’nde yapılan Numan Kurtulmuş "operasyonu" ilk aşamada başarılı olmuşsa da, Erbakan’ın doğrudan devreye girmesiyle etkisizleştirilmiştir.
İkinci "operasyon" Demokrat Parti’ye yapılmış görünmektedir. Numan Kurtulmuş olayına benzer biçimde Namık Kemal Zeybek DP’nin başına getirilmiştir.[1*]
DP "operasyonu"ndan beklenen, Namık Kemal Zeybek’in, bir yandan DP’nin %4 oyunu AKP’ye taşıması, diğer taraftan Türk-İslam sentezi "teorisyen"liğiyle "milliyetçi-ülkücü" oyların DP üzerinden AKP’ye devşirilmesini sağlamasıdır. Bunun Süleyman Demirel’e rağmen ne ölçüde başarılabileceği belirsizse de, Namık Kemal Zeybek’in DP’nin başına getirilmesiyle, Saadet Partisi ile Demokrat Partinin olası bir seçim ittifakı önlenebilecektir.
Bugün için SP ile DP’nin (diğer küçük partileri de yanlarına alarak) seçim ittifakı yapma olasılığı zayıflamıştır. Böylece %10 barajını aşabilecek bir SP (oy oranı %5-6)+DP (oy oranı %3-4)+BBP (oy oranı %2,5) +TP ittifakı AKP için bir "sorun" olmaktan çıkartılmış gibi görünmektedir.
Herkesin bildiği gibi, siyasette bir hafta çok uzun bir süredir. Bu nedenle, seçim dönemine kadar bu ittifak yeniden güçlü bir olasılık haline gelebilir. AKP, bunu engelleyebilmek için "kesenin ağzını açmak" durumundadır.
Şüphesiz burada Erbakan ile "talebeleri" arasında kıyasıya bir mücadele ortaya çıkacaktır. Erbakan’ın tüm "hüneri"ni kullanarak bu ittifakın kurulması yönünde çalışacağı kesindir. Erbakan’ın karşısındaki güç ise Fetullah Gülen’dir. Bugün için Fetullahçılar, DP ve BBP üzerindeki etkileriyle bir adım öndedir. Üstelik Fetullahçıların elinde "AKP giderse CHP gelir" kozu bulunmaktadır.[2*]
Üçüncü olası yol ise, Kürt oylarıdır.
12 Eylül referandumunda PKK’nin Kürtler üzerinde mutlak bir güce sahip olmadığı görünür olmuştur. Ancak, BDP tarafından yürütülen ikidilliliğin, anadilinde eğitimin Kürtler tarafından büyük ölçüde benimsenmesi, seçim ortamında BDP’nin oylarının artmasına yol açabileceği de görülmüştür. Özellikle BDP’nin yeniden bağımsız adaylar yoluyla seçimlere katılma durumunda oylarını artırabileceği, meclise daha fazla milletvekili gönderebileceği daha da belirginleşmiştir. Bu ise, AKP’nin hem oylarının, hem de kazanacağı milletvekili sayısının düşmesi demektir.
İşte bu ortamda yıllarca yürürlülük tarihi ertelenen 102. madde yürürlüğe sokularak Hizbullahçılar cezaevinden çıkartılmıştır. Ardından Hizbullah’ın "büyük bir kitle tabanına sahip olduğu" ve seçimlerde "bağımsız adaylar" çıkartarak meclise girmeye çalışacağına ilişkin haberler piyasaya sürülmüştür. Böylece BDP’nin bağımsız adaylarının karşısına (özellikle Diyarbakır ve Batman’da) Hizbullah’ın bağımsız adayları çıkartılarak BDP’nin önünü kesme hesapları yapılmaktadır.
Diğer yandan AKP’li "Kürt" milletvekilleri ve "bağımsız Kürt aydınları", giderek daha keskin bir söyleme yönelmişlerdir. BDP’nin dile getirdiği tüm tezler (ki bunun içinde "demokratik özerklik" de vardır) bu "Kürtler" tarafından en keskin biçimde savunulmaya başlanmıştır. Bir yerden sonra, "bu sorunu çözecekse AKP çözecektir" düşüncesi yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu açıdan, AKP, "batı"da milliyetçi söyleme geçiş yaparken, "doğu"da kendi "Kürtleri" aracılığıyla Kürt milliyetçiliği söylemini (yeni "popüler" ifadeyle "algısını") yaygınlaştırmaktadır.
Şüphesiz seçim sath-ı mailinde AKP’nin yapacakları bunlarla sınırlı değildir. 12 Eylül referandumu öncesinde "bitaraf olanlar bertaraf olacaktır" sözüyle tehdit ettiği TÜSİAD’la "barışma"ya çalışmaktadır. Öte yandan kömür ve çelik ürünleri ticaretine ilişkin AB’yle yapılan "rekabet politikaları" faslının açılmasına yönelik görüşmeler ertelenmiştir. Bu yolla, İSO’nun "en büyük 500 şirket" sıralamasında ilk sıraları alan demir-çelik şirketlerinin (özellikle de hurda demir ithal ederek üretim yapanlarının) gönlü hoş tutulmuştur.[3*]
Yine Merkez Bankası’nın "beklenmedik" biçimde faiz oranlarını aşağıya çekmesi ve munzam karşılık oranlarını yükseltmesi sonucu TL’nin değer kaybetmesiyle de ihracat şirketlerine avantaj sağlanmıştır.
Bütün bunlar, AKP’nin sadece "islami sermaye"nin değil, aynı zamanda işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile orta burjuvazinin de çıkarlarının savunucusu olarak görünme çabalarının ürünüdür.
Tüm bunlar "egemen siyaset"in, siyasal iktidarın, yani AKP’nin seçimlere yönelik politikaları ve operasyonlarıdır. Doğal olarak, "sol" seçmen kitlesinin uzaktan ve dışardan izlemek durumunda kaldığı olaylar dizisidir.
Şüphesiz CHP’nin bu AKP politikaları ve operasyonları karşısında yapabileceği fazlaca bir şey yoktur. CHP’nin elinden gelebilecek olan tek şey, tekil düzeyde oylarını artırmaya çalışmaktan ibarettir.
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, AKP’nin kitle içindeki temel propaganda aracı, her ne kadar "CHP/Sol" korkusunu yaygınlaştırmaksa da, bu araç sadece sağ seçmen kitlesine yöneliktir. Bu da CHP’nin etkili bir seçim çalışması yürütmesini engelleyecek özelliğe sahip değildir. Bu nedenle asıl hedef CHP’de toplaşan "sol kitle"nin demoralize edilmesidir. "Sol kitle"nin demoralize edilmesi için de, temel olarak AKP’nin %45 oy oranıyla yeniden iktidara geleceği "algısı" yaratılmaya çalışılmaktadır.
Bu temel "algı" yaratmada, şüphesiz en etkili araç "medya"dır. "Yandaş medya", her türlü aracı ve fırsatı kullanarak AKP’nin %45, hatta %50 oyla yeniden iktidar olacağı "algısı" yaratma peşindedir. Bu temel çabanın yanında, CHP içindeki sorunlar, küçük ve önemsiz hatalar abartılarak "bu CHP’den hayır gelmez" "algısı" da oluşturulmaya çalışılmaktadır. 12 Eylül referandumu akşamı görüldüğü gibi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun oy kullanamaması referandumdan bile daha önemli hale getirilmiştir.
Sol, sol kitle uzun yıllardır demoralize durumda kalmıştır. Her seçim öncesinde umutlanmakta, ancak seçim sonuçları karşısında "kişisel bozgun havası" içine girerek geri çekilmekte ve siyasetten uzaklaşmaktadır. Ancak 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin oylarının %38’e düşmesiyle birlikte, bu demoralize hava belli ölçülerde dağılmış ve ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına seçilmesiyle birlikte büyük ölçüde etkisizleşmiştir. Ancak referandumdan beklenen "sonuç" çıkmayınca, bir kez daha demoralize olmuş, ancak eskisi gibi tam anlamıyla apolitik bir tutum içine de girmemiştir. CHP’nin oylarını artırmasının yolu, bir yandan demoralize hava içinde apolitikleşen "sol kitle"nin sandığa gitmesini sağlamaktan, öte yandan CHP tabanını harekete geçirmekten geçmektedir. AKP’nin yaratmaya çalıştığı "algı" da, bu duruma karşı geliştirilmiştir.
Bunun yanında Süleyman Demirel’in başını çektiği DP’liler, referandumda olduğu gibi, seçimde de CHP’yi destekleme eğilimindedirler. Namık Kemal Zeybek’in DP genel başkanı olmasıyla birlikte bu eğilim daha da güçlenmiştir. Bu durumda, DP’nin oylarının önemli bir kısmının CHP’ye yönelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bugün için CHP’nin oylarını %30’lara çıkartabileceği görülmektedir. Burada CHP tabanının ve "sol aydınlar"ın seçim çalışmalarına etkin olarak katılmaları, demoralize olmuş "sol" kesimleri bu durumdan kurtarmaları ve nihayetinde AKP’nin yaratmaya çalıştığı "algı"nın etkisizleştirilmesi büyük bir öneme sahip olmaktadır. Bunun yolu ise, kendilerine yönelik her türlü demoralize etme çabalarını etkisizleştirmekten ve etkin biçimde siyasete katılmalarından geçmektedir.
CHP’nin tek başına alabileceği %30 oy oranı, Türkiye tarihi açısından önemli bir dönüşüme de yol açacaktır.
Bilindiği gibi, 1960’dan günümüze kadarki seçim sonuçlarının, %30 "sol" ve %70 sağ oylar olarak "standart" bir orana sahip olduğu söylenir. Bu bağlamda, CHP’nin alacağı %30 oy oranı, ilk bakışta "yeni bir durum" olarak görülmeyebilir. Elbette tüm seçim sonuçları ele alındığında (1977 ve 1999 seçimleri dışında) "sol"un oy oranı %30’un altında olmuştur. Ancak 1995 seçimlerine kadar bu oy oranı içinde Kürt seçmenlerinin oyları da bulunmaktadır. 1995 sonrasındaki seçimlerde CHP, DSP ve HADEP/DEHAP/DTP/BDP oyları (1999 seçimlerindeki Ecevit "rüzgarı" dışında) %30’ları aşamamıştır.[4*]
Bugün BDP’nin oy oranının %6-7 olduğu tartışmasız bir olgudur. Bu açıdan BDP oyları dışta bırakıldığında, CHP’nin tek başına alacağı %30 oy oranı tarihsel bir farklılaşmaya denk düşmektedir. Böyle bir seçim sonucu, Ecevit’in "efsanevi" 1977 seçimlerinde ulaşılan %41,3’lük oy oranına yakın bir sonuç durumunda olacaktır. Bu da alışıla gelen ve "ezber"e söylenen 30-70 dengesinin bozulması demektir. Üstelik CHP’nin bugün alacağı olası bir %30 oy oranı, etkin ve politize olmuş bir kitleye denk düşmektedir. Referandum sonuçlarında görüldüğü gibi bu kitle, uzlaşmaz biçimde AKP’ye karşıdır. Her ne kadar kolayca demoralize olabilse de, seçim sath-ı maili içinde politize olma düzeyinin yükseleceği kesindir.
Son olarak, yandaş "medya"nın söylemiyle, "yargı reformu" adı altında Yargıtay ve Danıştay’ın ele geçirilmesi operasyonu sol kitlenin politizasyon düzeyinin yükseldiğini göstermiştir.
AKP’nin yüksek yargıyı ele geçirme operasyonuna karşı, içlerinde İstanbul ve Ankara’nın da bulunduğu 24 baro başkanının yayınladığı bildiri ve buna karşı AKP yandaşı 37 baro başkanının bildirisi ülkedeki ayrışmayı ve politizasyonu açıkça göstermektedir.[5*]
Öte yandan "yargı reformu"nun TBMM Adalet Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında CHP’li üyelerin istifa etmesi ve halkı "sokak sokak" direnişe, "direnme hakkı"nı kullanmaya çağırması da, seçim döneminde kutuplaşmanın ne ölçüde sertleşeceğinin göstergesidir.
Her ne kadar CHP, "direnme hakkı"nı "demokratik bir hak" olarak anlatma çabasına girmişse de, "direnme hakkı"nın 1789 Fransız Devrimi’nin İnsan ve Yurtaş Hakları Bildirgesi’nin özünü oluşturduğunu, "baskıya karşı direnme hakkı" olarak ifade edildiğini söyleyebilme cesaretini gösterememiştir.
Siyasette her hamle bir karşı hamleyle yanıtlanır. CHP’nin attığı her adıma karşı AKP de bir adım atmaktadır. AKP, bir yandan sol kitleyi demoralize etmeye çalışırken, bir yandan da sağ seçmen kitlesini ajite etmeye çalışmaktadır. Bunun için kullandığı en temel "argüman", "bölgesel güç" söylemidir. "One minute"den Marmara gemisi olayına kadar Ortadoğu’nun ve "islam dünyasının" "yeni lideri" propagandasıyla tüm milliyetçi-islamcı duygular kışkırtılmaktadır. Her ne kadar Lübnan "krizi"nde şirket ortağı oldukları Hariri’nin yanında tutum alarak önemli bir prestij kaybına uğramışlarsa da, Mısır’da gelişen olayları kullanarak yeniden "Ortadoğu’nun yeni sultanı" söylemini güçlendirmeye çalışmaktadırlar.
Ancak "marjinal" öğrenci eylemleri karşısında AKP’nin gösterdiği tepki ("yumurta eylemi" sonrasında yandaş "medya"nın saldırıları ve birbiri ardına cumhurbaşkanı, başbakan ve YÖK başkanının yaptığı toplantılar) nasıl bir korku ve panik içinde olduklarını açıkça göstermiştir. AKP, bu korku ve panik havası içinde, her türlü muhalefete karşı zor kullanma eğilimine girmiştir. Ama AKP’nin "marjinal" öğrenci eylemlerine karşı gösterdiği tutum da, geniş öğrenci kitlesinin tepkisine yol açmıştır.
Şüphesiz bu "tablo"da devrimcilerin, devrimci örgütlerin ve legalist "sol"un hiçbir yeri bulunmamaktadır. Devrimciler olduğu kadar legalist "sol" da, son on beş yılda olduğu gibi, bir kez daha olayların izleyicisi durumundadır. Legalist "sol"un "daha iyi bir yaşam", "başka bir dünya mümkündür" vb. söylemlerle geliştirdiği "barışçıl dönüşüm"le devrimci olmak isteyen pek çok kişi pasifize edilmiştir. Böylesi bir pasifikasyon ortamında, sadece boş zamanlarını değil, tüm yaşamını devrime adayacak insanlar ortaya çıkmamaktadır. "Her türlü şiddete karşıyız" söylemleriyle, "baskıya karşı direnme hakkı"nın en doğal ifadesi olan silahlı mücadele de önemsizleştirilmiştir.
Bütün bunların yanında, legalist "sol" dahil olmak üzere tüm sol örgütler yeni unsurları örgütleyememekte ve kadrolaştıramamaktadır. "Aktif unsurlar" ise, legalizmin "barışçıl dönüşüm" mantığıyla "görsel" eylemlerin içinde tükenip gitmektedir.
2011 genel seçimleri, bu gelişmeler ışığında "en kritik" seçim haline gelirken, aynı zamanda AKP iktidarının nüfusun önemli bölümünde her türlü meşruiyetini yitirmesi sonucunu da doğuracak niteliktedir. Bu kitlenin düzenden umudunu kesmesi, bir dönem için pasifize olmasına yol açsa da, meşruiyetini yitiren bir AKP iktidarına karşı "direnme hakkı", silahlı mücadele kaçınılmaz olarak yeniden gündemin ilk sırasına yükselecektir. Bütün sorun, devrimcilerin böylesi bir gelişmeye ne kadar hazırlıklı olup olamayacaklarıdır.
Dipnotlar
[1*] Numan Kurtulmuş, SP’nin 2008’deki kongresinde 946 delegenin 924 oyunu alarak genel başkan seçilirken, 2010 kongresinde 1.250 delegenin 310 oyunu olarak genel başkan seçilebilmiştir. Namık Kemal Zeybek ise, DP’nin kayıtlı 1.325 delegesinin 912’sinin oy kullandığı kongrede 566 oy alarak seçilmiştir.
[2*] AKP’nin, özel olarak da Fetullahçı kesimin 12 Eylül referandumunda kullandıkları bu "argüman", AKP Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan tarafından "CHP iktidar olursa Türkiye’de kan gövdeyi götürür" sözleriyle açık biçimde ifade edilmiştir. Benzer bir durumu Erbakan şöyle anlatmaktadır:
"Geçen seçimde (2007 seçimlerini kastediyor), hepimizin bildiği inançlı bir grup, evlatlarını topladı. Bendenizi de çağırdı. Yardımcılarını da çağırdı ve dedi ki, ‘Ben hastayım, seçimler geldi, sizinle meşgul olamayacağım. Şu yardımcılarım meşgul olacak.’ Yardımcılarına döndü, bendenizi göstererek, ‘Hocamızın izinden ayrılmayacaksınız’ dedi. Seçime gittik, bunların camisinin önündeki sandığın ne oy aldığına baktık. %50 AKP oy almış, %10 Saadet Partisi almış. Kendilerini çağırdık, dedik ki, ‘Size bu tebligat yapıldığı halde bu hal nedir?’ Dediler ki, ‘Hata yaptık.’"
Kendilerine bu hatanın Cumhuriyet mitingleri nedeniyle yapıldığının söylendiğini anlatan Erbakan, kendilerine, "Bu milyonlarca insan Cumhuriyet Halk Partisi’ni desteklerse, CHP iktidara gelirse daha mı iyi olur? O karanlık günleri bir kez daha yaşamak istemediğimiz için, buna karşı bir kalkan olsun diye, Saadet Partisi’nin barajı geçeceğinden şüphe ettiğimizden dolayı Ak Parti’ye oy vermeyi tercih ettik" denildiğini söyledi.
[3*] İSO 500 listesinde yer alan bu şirketlerin en büyükleri ve sıraları şöyledir:
7. Ereğli Demir ve Çelik Fabrikaları
10. Habaş Sınai ve Tıbbi Gazlar İstihsal Endüstrisi
11. İçdaş Çelik Enerji Tersane ve Ulaşım San.
12. İskenderun Demir ve Çelik A.Ş.
20. Çolakoğlu Metalurji
23. Kroman Çelik Sanayii
28. Borçelik Çelik Sanayii Ticaret
35. Diler Demir Çelik Endüstri ve Tic.
Sadece bu sekiz demir-çelik şirketinin toplam cirosu 16 milyar liradır.
[4*] Bu partilerin 1995 sonrasındaki seçimlerde aldıkları oy oranları şöyledir:
|
CHP |
DSP |
HADEP/ DEHAP/ DTP
|
Toplam |
1995
|
10,7
|
14,6
|
4,1
|
29,4
|
1999
|
8,7
|
22,2
|
4,8
|
35,7
|
2002
|
19,4
|
1,2
|
6,2
|
26,8
|
2004
|
18,2
|
2,1
|
5,2
|
25,5
|
2007
|
20,9
|
-
|
3,8
|
24,7
|
2009
|
23,1
|
2,8
|
5,6
|
31,5
|
[5*] AKP’nin "yargı reformu" adı altında Yargıtay ve Danıştay’ı ele geçirme operasyonuna karşı bildiri yayınlayan 24 baro şunlardır: Adana, Amasya, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bolu, Bursa, Denizli, Edirne, Eskişehir, Giresun, İstanbul, Kayseri, Kırıkkale, Kocaeli, Manisa, Muğla, Sinop, Tekirdağ, Tunceli, Uşak.
AKP yandaşı bildiriye imza koyan 37 baro şunlardır: Adıyaman, Afyonkarahisar, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Burdur, Çankırı, Çorum, Düzce, Elazığ, Erzurum, Gümüşhane, Hakkari, Iğdır, Kahramanmaraş, Kars, Kırklareli, Karaman, Kırşehir, Konya, Kütahya, Malatya, Mardin, Muş, Ordu, Osmaniye, Rize, Sakarya, Sivas, Şanlıurfa, Şırnak, Tokat, Trabzon, Van, Yozgat ve Zonguldak.
Kurtuluş Cephesi, 119. Sayı, Ocak-Şubat 2011
|