![]()
| ||
Kurtuluş Cephesi, 117. Sayı Eylül-Ekim 2010 İÇİNDEKİLER — Nasılsınız? Nicesiniz? İçiniz nasıl, içiniz? — Referandumun Sayısal Sonuçları — İstanbul Kimi Bekliyor? — İslamcı-Faşist Saldırının Yeni Adı: Mahalle Baskısı — Ulusal Hareketlerde Gizli Görüşmeler ve Uzlaşmalar — Marksizmi ve Tarihi Çarpıtan Sözde Liberaller — “Yaşamınızdaki Dünya Bankası” "Bundan sonra devrimci Marks, tarihin bir parçası olarak savaşa katılacaktır." TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ SAVAŞÇILARI — Serdar Soyergin — Levent Ertümer, Faruk Açil — Ziya Erdönmez [Özgün formatıyla, .pdf] — Kurtuluş Cephesi, 117. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 116. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 115. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 114. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 113. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 112. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 111. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 110. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 109. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 108. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 107. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 106. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 105. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 104. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 103. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 102. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 101. Sayı — Kurtuluş Cephesi, 100. Sayı — Ana Sayfaya Dönüş |
Nasılsınız? Nicesiniz? İçiniz Nasıl, İçiniz? ![]()
12 Eylül askeri darbesinin terörünün tüm hızıyla sürdüğü günlerde Zeynep Oral soruyordu: "Nasılsınız? Nicesiniz? İçiniz nasıl, içiniz?" Aynı Zeynep Oral, yıllar sonra, 2001 yılında Milliyet gazetesinden "öylece" atıldıktan sonraki durumunu şu sözlerle ifade eder: "‘Öteki’ olma durumum geçmiyordu… Kimliğimi, sözcüklerimi, hayatımın akışını, tenimi, bedenimi, kentimi, kişisel tarihimi, kişisel coğrafyamı bulmakta; kişisel kodlarımı ve tutkularımı anımsamakta güçlük çekiyordum... Tüm içgüdülerimi kaybetmek, kendi kurduğum hayattan vazgeçmek gibiydi… Tamam vazgeçtim kendi kurduğum hayattan… İstesem de istemesem de vazgeçmek zorunda kaldım…" Zeynep Oral’ın 1983 ve 2001 sonrasındaki durumuna ilişkin yazdığı bu sözlerden, açıktır ki, "ötekiler" ya da "berikiler", her durumda "psikolojik" bir değerlendirme ve sonuç çıkartacaklardır. Eğer Zeynep Oral, kültürlü, sanatsever, entelektüel, bilgili ve bilinçli bir insan, (deyimden pek hoşlanmasalar da) "tipik" bir küçük-burjuva aydını olarak düşünülürse, yaşanılan olayların "içinde" psikolojik durumun ne denli belirleyici olduğu hemen görülecektir.[1*] Bu psikolojik sonuç, her durumda küçük-burjuva aydınının bezginliğini, yılgınlığını ve pasifize oluşunu açıklar. Ülkemizin yakın tarihinde bezginliğin, yılgınlığın ve pasifize oluşun ilk büyük "travması", 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleyle yaşanmıştır. "Atatürkçü", "milliyetçi", "ilerici", "reformcu" görünümdeki I. Erim Hükümeti’ni bir çeşit "kurtarıcı" gibi gören küçük-burjuva aydını, hiç duraksamaksızın karşı-devrim saflarına geçmiştir. 12 Mart muhtırası ve ardından kurulan "Atatürkçü", "milliyetçi", "ilerici", "reformcu" görünümdeki I. Erim Hükümeti, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP iktidarının gericiliğinden "kurtuluş" olarak görülmüştür. Bu görüş ve görünüm içinde oligarşiye yedeklenen küçük-burjuva aydınları, THKP-C’nin İsrail’in İstanbul Başkonsolosu E. Elrom’u kaçırmasıyla başlatılan "Balyoz Harekâtı"yla ayılmışlarsa da, 1972 yılının ortalarında devrimci mücadelenin darbe yemesi üzerine yeniden kendi "dünya"larına geri dönmüşler, "içe" kapanmışlar (Oblomov gibi), kısacası pasifize olmuşlardır. Bülent Ecevit’in CHP’sinin Ekim 1973 seçimlerinden birinci parti olarak çıkması (oyların %33,3’ünü almıştır), bu pasifize olmuş, "içe" kapanmış küçük-burjuva ilerici aydınlarında yeni bir "umut" yaratmış ve canlanmaya yol açmıştır. Ama Haziran 1977 seçimerinde, CHP, oylarını %41,3’e çıkarmasına rağmen hükümet kuracak yeterli çoğunluğu sağlayamaması, bir kez daha "umut"ların tükenmesine yol açmışsa da, 1978 başında CHP’nin, bağımsızların desteğiyle hükümet kurmasıyla bir ölçüde "ötelenmiş"tir. Ancak gelişen olaylar ve artan faşist saldırılar (özellikle Abdi İpekçi’nin öldürülmesi), bir kez daha "psikolojik" sonuçlar yaratmış, küçük-burjuva aydınını bezginlik ve yılgınlığa düşürerek pasifize etmiştir. 12 Mart’ın "balyoz"unun tepesine nasıl indiğini çok iyi bilen ve "balyoz"un etkisini hala hisseden küçük-burjuva aydını 12 Eylül askeri darbesine karşı "ihtiyatlı bir iyimserlik" içinde olmuştur. 1983’lere doğru askeri terörün, devrimci kitlelerden sonra kendisine yöneldiğini gören ilerici aydınlar, bir kez daha "içe" kapanırken, bir yandan da "umudu ayakta tutma"ya çalışmışlardır. 1987 genel seçimlerinde Erdal İnönü’nün SHP’si (%24,8) ile Demirel’in DYP’si (%19,1) arasında kalan bu aydın kesim, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinde SHP’nin %28,7 oy almasıyla bir ölçüde "düş kırıklığı" yaşamışsa da, İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanmasıyla biraz "moral" bulmuştur. 1991 genel seçimlerine gelindiğinde, "yükselen değer", "babamız" Süleyman Demirel olmuş; seçimlerden DYP %27 oyla birinci çıkarken, "sol oylar" SHP (%20,8) ve DSP (%10,8) arasında bölünmüştür. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde, Tansu Çiller’li DYP %21,4’le birinci parti olurken, SHP (%13.5), DSP %8,7 ve CHP %4,6 oy alabilmiştir. (Bu seçimde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi %19,1 oy alırken, MHP’nin oyları %8 olmuştur.) 19 Aralık 1995 genel seçimlerinde, Refah Partisi %21,3 oy alarak birinci parti olurken, DSP %14,6 ve CHP %10,7 oy alabilmiştir. Bu seçimin ayrıksı özelliği ise, HADEP’in tek başına seçimlere katılması ve %4,1 oy almasıdır. Böylesine üst üste gelen seçim "başarısızlıkları", "kişisel bozgun" havasının oluşmasına yol açmıştır. İşte bu yeni yeni oluşmaya başlayan "kişisel bozgun" havası içinde "28 Şubat süreci" başlamış ve yeni bir "umut", "merak etmeyin ordu var!"da ifadesini bulan bir "umut" ortaya çıkmıştır. Bu, bir bakıma, küçük-burjuva aydınlarının 12 Mart "balyozu"nu unutması, 25 yıl sonra orduyla "yeniden" barışması demektir. İşte bu hava içinde, "kişisel bozgun havası" ile "merak etmeyin ordu var" arasına sıkışan aydın kesim ve sol kitle, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde Ecevit’in DSP’sinin %22,2 oyla birinci parti olması ve Deniz Baykal’ın CHP’sinin %8,7 oyla barajın altında kalarak meclise girememesinden çok fazla etkilenmemiştir. Özellikle seçim öncesinde yükselen ve "zirve" yapan borsa, küçük-burjuva sol kitleyi seçimlerden çok daha fazla ilgilendirmiştir. Ellerindeki tüm birikimleri borsaya ve hazine bonolarına yatırdıkları bu dönemde, yeni bir "depolitizasyon" süreci başlamıştır. "Menkul Kıymetler Borsası Kazandırıyor" coşkusuna kapılmış olan küçük-burjuva aydın kesim ve sol kitle, 28 Şubat sürecinin yarattığı "merak etmeyin ordu var" zihniyetiyle (Marmara Depremi’nin tüm trajik sonuçlarına rağmen) büyük bir rehavet içine girdiği bir sırada 19 Şubat 2001 krizi patlak vermiştir. Varlıklarının büyük bölümünü bu krizde kaybedenler, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde DSP’yi "cezalandırırken" (%1,2), bir önceki seçimde meclise giremeyen CHP’ye sadece %19,4’lük bir "teveccüh"te bulunmuştur. Ve böylece AKP’nin yükselişi de başlamıştır. (AKP’nin oyları %34,3 olmuştur.) AKP iktidarı karşısında belli ölçülerde "kaygıya" kapılan, ama henüz "korku" duymayan küçük-burjuva aydınları, kendilerini bir süre "merak etmeyin ordu var"la ve AB hayalleriyle teselli etmişlerdir. 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde AKP’nin oylarını %41,7’ye yükseltmesi, AB hayallerinin "kırılması", giderek "kaygı"yı "korku"ya dönüştürürken, "merak etmeyin ordu var" zihniyeti başat yerini korumayı sürdürmüştür. Bu "kaygı"nın "korku"ya dönüşmesi kendisini "Cumhuriyet Mitingleri"nde dışa vurmuşsa da, nihayetinde 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP’nin oylarını %46,6’ya yükseltmesi "korku"yu perçinlemiştir. Ardından AKP’nin başlattığı "Ergenekon Operasyonları", sözcüğün gerçek anlamında "siyasal zor" olarak ortaya çıkarken, ekonomik baskılar (ekonomik zor) her düzeyde artmıştır. Aralık 2008’de AKP’nin (ya da "cemaat"in) Genelkurmay’ın "kozmik oda"sına girmesi, "merak etmeyin ordu var"ın sonunu getirirken, siyasal ve ekonomik zor karşısında "son bir hamle" yapmaya çalışan küçük-burjuva aydınları ve sol kitle, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde CHP’nin "moral yükseltici" bir sonuç alamamış olmasına rağmen (%23,1), AKP’nin oylarının sürekli "yükseliş trendi"nin kesilmesiyle (%38,4) "moral" bulmuştur. Tarihlerinde ikinci kez küçük-burjuva aydınları ve sol kitle, "yüksek moral"le 12 Eylül 2010 referandum sürecine girmiştir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başkanlığına getirilmesiyle bu "yüksek moral" ortamı daha da perçinlenmiştir. Böylece "beklentiler" yükselmiş ve referandumdan "hayır" çıkacağı "umutları" artmıştır. Bu "beklentiler" ve "umutlar" içinde küçük-burjuva aydınlarının ve sol kitlenin politizasyonu son otuz yılın en üst seviyesine çıkmıştır. Ama referandumda "hayır" oyları %42,1’de kalmıştır. İşte ülkemiz siyasal tarihinin son kırk yılında, küçük-burjuva aydınlarının ve sol kitlenin bu iniş-çıkışlarından çıkan tek sonuç, "zafer"lerin, kararlı, tutarlı ve sürekli bir mücadeleyle değil, "yüksek moral"le, hayali "umutlar"la; "yenilgiler"in "moral bozukluğu"yla, "düş kırıklıkları"yla yaşandığıdır.[2*] Bu nedenle, "bir taraf" (bunun emperyalizm, oligarşi ya da AKP gibi bir siyasal parti olmasının önemi yoktur), "hasmını bertaraf etmek" için, "hasmını iradesine boyun eğmesini sağlamak" için, bir yandan siyasal ve ekonomik zoru kullanırken, diğer yandan "psikolojik" bir savaş yürütmektedir. "Psikolojik savaş"ın en temel unsurları, dezenformasyon, demagoji ve gözdağıdır. Ancak küçük-burjuva aydınlarının anlayamadığı şey, bir "savaş"ta "hasmın" bertaraf edilmesi yanında, savaşan tarafın, "hasma" karşı duyduğu kin ve nefret, yani düşmanlık duygusu, Clausewitz’in tercih ettiği terimle, "düşmanca niyetler"dir. Bu nedenle de, "karşı taraf"ın "düşmanca niyetler"le hareket ettiğini anlayamayan ve anlamak istemeyen küçük-burjuva aydınları, "psikolojik yıpratma savaşı"nda kendisinin "moral"ine yönelik saldırılarda kullanılan "araçlar"ı da algılamakta zorlanmaktadır.[3*] Örneğin 12 Eylül referandumu akşamı, sonuçların "merakla" beklendiği saatlerde Kemal Kılıçdaroğlu’nun "ortalıktan kaybolduğu", "eşinin bile" yerini bilmediği haberleri servis edilmiş ve ardından da Kılıçdaroğlu’nun referandumda "oy kullanamadığı" haberi "cümle aleme" duyurulmuştur. Amaç basittir: Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne kadar beceriksiz olduğunu sergilemek! "Hasım" tarafın, AKP’nin, şeriatçı kesimin "düşmanlık duygusu"nu, "düşmanca niyetini" anlayamayan sol kitle, neredeyse referandum sonucunu bir yana bırakarak, bu "durum"un nasıl olduğunu izlemeye ve konuşmaya başlamıştır. Oysa aynı "tezgah", yıllar önce Bülent Ecevit’e karşı da kurulmuş ve uygulanmıştır. (Ecevit’in "aculluğu" demagojisi.) "İyiniyetli" solcu küçük-burjuva, hasmının bu tür demagojisi karşısında, bu demagojiyi etkisizleştirmekten çok, "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" mantığı içinde hep bir "gerçeklik" arayışına girer. Doğal olarak da, olayda bir "suçlu" bulmaya çalışır ve ardından da "hakkaniyet" ölçüsünde bulduğu "suçlu"nun cezasını keser ve infaz eder. İstenildiği kadar, "cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşenmiştir" denilsin (ki söylenmesi bile gereksizdir, bunu "ezbere" bilir), o yine, "aydın" olmanın çokbilmişliğiyle bildiğini okur. "BİRAZ" TEORİ Şimdi, tüm bunları, bu "psikolojik" durumları ve sonuçları aklımızda tutarak, biraz da teorik saptamaları anımsayalım. Bilinebileceği gibi, Mahir Çayan yoldaşın en temel saptamalarından birisi, "oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasında bir suni denge"nin kurulduğudur. Suni dengenin temel aracı siyasal zor olmakla birlikte, "nispi refah", yani geçmiş döneme kıyasla halkın yaşam koşullarında ortaya çıkan göreceli iyileşmeler suni dengenin sürdürülmesinde önemli bir yere sahiptir. İşte bu yaşam koşullarındaki göreceli iyileşmeler, bir bütün olarak küçük-burjuvazinin oligarşiye ya da siyasal iktidara yedeklenmesinin en önemli öğesini oluşturur.[4*] İkinci olarak belirteceğimiz teorik saptama "nispi demokratik ortam"a ilişkindir. "Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin, ülkenin iktisadi evrimi ile çatışma ve ‘uyum’ durumu, sınıfsal plana, oligarşinin başta proletarya olmak üzere, emekçi yığınlarla çatışması, feodallerle ‘uyum’lu çatışması, köylülükle ‘iktisadi uyum’ çerçevesinde ‘uyum’u şeklinde yansır. Oligarşinin feodallerle ve köylülükle olan uyumu, ülkedeki nispi demokratik ortamın temelini oluşturur. Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir ‘demokratik’ ortam olduğu gibi, köylülüğe de o iktisadi ‘uyum’ için gereklidir."[5*] Bu iki teorik saptamadan birincisi, yani suni denge, kavramın sözcüklerinde ifadesini bulduğu gibi, suni, yani yapaydır. Dolayısıyla ister siyasal zorla kurulmuş ve "nispi refah"la sürdürülüyor olsun, her durumda varolan "denge", kurgusaldır, sanaldır, yani "psikolojik"tir. İkinci saptama ise, emperyalizmin ve oligarşinin, bugün varsayıldığı gibi feodallerle ya da feodal kalıntılarla (tefeci-tüccar sermayesi ve zengin toprak sahipleri) doğrudan bir çatışkısının olmadığına ilişkindir. Özellikle siyasal üstyapıda feodal ideolojiler, özellikle de din, özenle korunur. Öte yandan, 1980’lerden itibaren emperyalist sistemin aşırı-üretim sorunu olağanüstü boyutlara ulaşmış ve 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan "yeni pazarlar" bile bu sorunu (bir süreliğine) aşmasına olanak sağlamamıştır. Daha önce doğrudan yeni-sömürgecilik yöntemleriyle genişletilen geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarlarının, bir kez daha genişletilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Dün, "yukardan aşağıya" geliştirilen kapitalizmle iç pazar yatay olarak genişletilmiştir. Dolayısıyla bugün, iç pazarın yatay olarak genişletilebilmesinin sınırlarına ulaşılmıştır. Bir diğer ifadeyle, iç pazar, toprak olarak genişleyebileceği son sınıra ulaşmıştır ve sadece nüfus artışıyla yatay olarak genişleyebilecek durumdadır. Ancak, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki iç pazarın yatay genişlemesinin sınırlarına ulaşılmış olmakla birlikte, pazarın dikey olarak genişletilmesi olanaklıdır. Bu da, kişi başına düşen tüketim miktarının artırılmasını gerektirir. Yani toplumların, giderek "tüketim toplumu" haline dönüştürülmesiyle iç pazar belli ölçüde genişletilebilmektedir. Ülkemizde 1980-2000 arasında, büyük kentlerdeki tüketim miktarı artırılarak iç pazarda belli bir genişleme sağlanmıştır. Bunun sonucu olarak da, kent küçük-burjuvazisi oligarşiye ve onun o dönemdeki siyasal temsilcilerine yedeklenmiştir. Ama 2000 dünya ekonomik krizi ve onun yansıması olan Şubat 2001 Türkiye krizi, kent merkezli bu dikey genişlemenin sınırına gelindiğini açığa çıkarmıştır. Şimdi yapılması gereken, Anadolu’nun "geri" bölgelerindeki nüfus ve onun oluşturduğu pazarların genişletilmesi, yani tüketimlerinin artırılması ve böylece emperyalist ülkelerin metaları için pazarın genişletilmesidir. Tüketimin artırılabilmesi için, herşeyden önce ticaretin gelişmesi gerekir. Ticaretin gelişmesi ise, ticaret yollarının gelişmesini öngerektirir. İşte AKP iktidarıyla birlikte başlatılan "duble yol" yapımı, Anadolu’nun en ücra köşesinin bile emperyalist metaların pazarı haline getirilmesinin altyapısını oluşturmayı amaçlamıştır. Böyle bir genişleme, kaçınılmaz olarak Anadolu ticaret sermayesinin (temelde tefeci-tüccar sermayesi) işlevini ve gücünü artırmıştır. 1950-1957 (Menderes dönemi), 1965-1970 (Demirel-AP dönemi), 1984-1990 (T. Özal dönemi), 1993-2000 (T. Çiller dönemi) yıllarında, özellikle kentlerde ortaya çıkan "nispi refah", bugün AKP iktidarında Anadolu’nun "en ücra" köşesinde "nispi refah" olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar bu "nispi refah", 2008 dünya finans kriziyle birlikte "yolun sonuna" gelmişse de, henüz sona ermemiştir. Bugün AKP’nin referandum "zaferi", kırsal alanlarda ortaya çıkartılan "nispi refah"ın (üretime değil, tüketime dayanan) ürünüdür. BİR KEZ DAHA "PSİKOLOJİ" Şimdi, bu "soyut", teorik saptamalardan sonra, yeniden küçük-burjuva aydınlarının ve sol kitlenin "psikolojisi"ne geri dönebiliriz. Bugün, yani referandum sonrasında sol kitlenin ve özellikle de aydınların "moral bozukluğu" içinde oldukları neredeyse "ortak kanı" durumundadır. Örneğin, SİP-TKP’sinin eskimiş "teorisyeni" Metin Çulhaoğlu, "Öncelikle, ‘hayır’ diyenlerin önemlice bir kesimine referandum sonrasında çöken karamsarlığa pek anlam veremediğimi söylemeliyim." diyerek bu "ortak kanı"yı ifade eder. Bir başkası, "psikolojik" durumu şöyle yorumluyor: "Artık sıradan hale gelen seçim yenilgilerinin kaybeden kesimde ‘bir kurtarıcı’ beklentisini tetiklemesi normal. Birilerinin gelip sihirli değnekle dokunmasını ve her şeyin eski haline gelmesini istiyorlar. Yeni bir Mustafa Kemal figürü arayışındalar. Bu nedenle liderlerden beklenti çok yüksek ve kaybedecek zaman olmadığı düşüncesindeler. Lidere aşırı değer atfeden, buna karşın başarısızlık karşısında ise hızla lideri eriten bir bakış açısına sahipler. Yıllarca Deniz Baykal’a yönelmiş olan ‘onunla olmuyor’ duygusunun olası bir seçim başarısızlığının ardından kısa sürede Kemal Kılıçdaroğlu’na da yönelmesi şaşırtıcı olmaz. Fikri değil, kişileri bertaraf etmek ne de olsa daha kolay."[6*] "Sol" yayınlara ve "medya" yazarlarına bakıldığında, "ortak kanı", referandumda "hayır" oylarının %42,1’de kalmasının kesinkes bir "moral" sorunu ortaya çıkardığıdır. Her ne kadar bu "moral" sorunu, "psikolojik" durum, daha önceki seçimlerde yaşanan "kişisel bozgun havası" düzeyine inmemişse de, bir çeşit "düş kırıklığı" olarak kesin bir olgu durumundadır. Öte yandan, "hasmın" moralini bozmak, yani savaşma, direnme "azmini" kırmak, her zaman savaşın bir amacı olagelmiştir. Bu açıdan AKP’nin, özellikle de "cemaat"in "psikolojik savaşı" olanca hızıyla sürdüreceği açıktır. Ancak "savaş"ta, "hasmın" iradesini ve azmini kırmak sadece olumsuz eylemdir. Bu eylemin, iradesi ve azmi kırılmış "hasmın" saflarından belli kesimlerin "teslimiyeti" ya da "düşman saflarına geçişi"ni sağlayacak olumlu eylemle tamamlanması gerekir. Bu ise, eski deyimle, "müspet propaganda"yı gerektirir. Recep Tayyip Erdoğan’ın referandum gecesi yapacağı "ikinci balkon konuşması"ndan beklenen de bu "müspet propaganda" olmuştur. Özellikle küçük-burjuva aydınlarının "orta" kesiminin beklediği bu "müspet propaganda", "ikinci balkon konuşması"nda fazlaca yer almadığı gibi, sol kitle tarafından da hiç önemsenmemiştir. "Recep bey"in "ikinci balkon konuşması"nın ne denli "müspet propaganda"yı içermemesi doğalsa da, sol kitlenin bu konuşmayı önemsememesi de o kadar doğaldır. Açık olan gerçek (eğer doğru yerden, doğru biçimde bakılırsa görülebilecek olan açık gerçek), AKP’nin başarısında önemli etken olan iç pazarın dikey genişletilmesi sürecinin sonuna gelinmek üzere olunduğudur. Doğal olarak, bundan sonra AKP’nin, "nispi refah" yoluyla sağlayabileceği "kazançlar" sona ulaşmıştır. Şimdi, bu sonla birlikte AKP’nin, devlet gücünü "hasmı bertaraf" etmek için ne ölçüde kullanacağı sorunu (siyasal zor) ortaya çıkmıştır. Bu "psikolojik" hava ve ortam, sadece "Türk" küçük-burjuva aydınları arasında mevcut değildir. Aynı zamanda Kürt küçük-burjuva aydınları da, benzer, ama ters yönde bir "psikolojik" hava içindedir. Amerikan emperyalizminin Kuzey Irak’ta bir "Kürt devleti" kurulmasına "yeşil ışık" yakmasıyla başlayan "yüksek moral", AKP’nin "açılım"ıyla daha da yükselmiş, giderek, "sallarsak, düşecek" noktasına ulaşmıştır. 12 Eylül referandumunda Diyarbakır’da "boykot" oranının %70’ler düzeyinde olmasının (YSK’nın resmi açıklamasına göre %63,8) verdiği "moral" diri tutulmaya çalışılmaktadır. Oysa 12 Eylül referandumu "boykot"u, başta Hakkari olmak üzeri, Diyarbakır, Batman, Şırnak, Mardin ve Van dışında "beklenildiği kadar" etkili olmadığı gibi, Bitlis, Bingöl ve Tunceli’nin "bu coğrafyadan", neredeyse "temelli" bir kopuş içinde olduklarını da göstermiştir. Dolayısıyla BDP’nin ve "Demokratik Toplum Kongresi"nin yöneticileri konumundaki Kürt küçük-burjuva aydınlarının "psikolojisi", her ne kadar sol kitlenin "psikolojisi"ne ters orantılıysa da, sonuçta aynı ölçüde tersine dönme koşulları içindedir. NE YAPILABİLİR? Şüphesiz, eski seçimlerde olduğu boyutta "kişisel bozgun havası" ortaya çıkmamışsa da, sol kitledeki "moral bozukluğu" kesin bir olgudur. Bu durum karşısında, bu kitle, içten içe ve koro halinde "moral bozukluğuna yer yok, mücadeleye devam" sözlerini yinelemektedir. Bu açıdan, kendilerinin en temel sorunlarının "psikolojik" nitelikte olduğunun giderek farkına varmaktadırlar. Bu nedenle, böyle bir "hava" ve "ortam"da, "moralinizi bozmayın" demek, "malumu ilam" etmekten başka bir şey değildir. İkinci olgu, düzen içi solun, 1977 seçimlerinden bugüne kadar geçen 33 yılda ilk kez, %30’luk "sol oy sınırı"nı aşmış ya da aşmak üzere olduğudur. Üstelik, 1977’den 1994’e kadar sol seçmen kitlenin içinde yer alan Kürt sol seçmeniyle tüm bağlar ve ilişkiler kopmuşken böyle bir durum ortaya çıkmıştır. Bu da, 29 Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde başlayan kitlesel politizasyonun ürünüdür. Üçüncü olgu, bugüne kadar "çağdaş yaşam"ın temsilcisi ve savunucusu konumundaki sol küçük-burjuva kitle, yaşam standartlarının yükselmesinden umutlarını kesmiştir. Bu da, giderek "çağdaş yaşam tarzı"nın laiklik yönünün öne çıkmasına ve bu temelde politizasyona neden olmuştur. Bu üç olgunun ortak sonucu, sol kitlenin politizasyonudur. Tüm bu olgulara rağmen, küçük-burjuva aydın kesim ve sol kitle, düzenin yasal çerçevesi içinde, "barışçıl" yollarla "düzenin" değişebileceği umutlarını korumaktadır. Bu açıdan, "başkanlık sistemi" ya da "temsili demokrasi"nin yerine, referandum gibi "çoğunluğu" esas alan "sistem" (eğer AKP böyle bir "sisteme" geçerse), aynı zamanda bu umutların boş ve anlamsız olduğunu daha açık hale getirecektir. Ama ülkede bir "demokratik devrim" sorunu olduğunu (ki "Kürt sorunu" ve şeriatçılık bu açıdan en tipik iki olgudur) anlayamadıkları ve böyle bir devrimin, aynı zamanda anti-emperyalist bir devrim olduğunu kavrayamadıkları sürece, emperyalizmin bir başka "psikolojik harekâtı"nın öznesi olacakları kesindir. Diyebiliriz ki, ne denli devrimin nesnel koşulları olgunlaşmış olursa olsun, bu nesnel koşullara eşdeğer öznel gelişim sözkonusu değildir. Asgari düzeyde bir öznel güç, öznel birikim olmaksızın da, devrimci mücadelenin geliştirilmesi ve devrimin tek alternatif olarak ortaya çıkması beklenemez. Sol kitlenin politizasyonu, bu açıdan önemli bir gelişme sayılabilse de, devrim mücadelesini kendi öz mücadelesi olarak gören, devrimciliği kendi öz yaşamı olarak kabul eden ve devrim için savaşmayı göze alan ve savaşan insanlar ortaya çıkmadıkça, sol kitlenin "psikolojisi" siyasal gelişmelerin ivmesini belirlemeye devam edecektir. [1*] Küçük-burjuva aydınlarının bu psikolojik durumunun temelinde, küçük-burjuva sınıfı konumu yatar. Bu durumu, Kurtuluş Cephesi’nin Ocak-Şubat 2010 tarihli 113. sayısında, "Gemiler ve Fareler - Küçük Kara Balığın İntiharı" yazısında şöyle ifade etmiştik: "Küçük-burjuvazi, büyük burjuvaziyle, yani kapitalist sınıf ile işçi sınıfı, yani proletarya arasında yer alan, nicelik olarak nüfusun çoğunluğunu oluşturan, ama kaçınılmaz olarak proleterleşmek zorunda kalan geçici bir ara sınıftır. Kimilerinin ‘ortadirek’, kimilerinin ‘orta sınıf’ adını verdiği bu küçük-burjuva sınıf, geçici ve ara sınıf olma özelliğiyle her zaman proleterleşme korkusu içinde yaşar. Onun proleterleşme korkusu, proletaryayı ‘ayaktakımı’ olarak aşağılamasında ifadesini bulan sosyo-psikolojik ve patalojik davranışlara yol açar." Küçük-burjuvazinin bu özgün durumu, kişisel düzeye, genel ve ortak bir özellik oluşturan "korku" olarak yansır. Küçük-burjuva aydını, ilerici ve devrimci saflarda yer aldığında da, gerici ve karşı-devrimci saflarda yer aldığında da, bu genel ve ortak "korku" kendisini takip eder. ![]() [2*] 1905 devriminin yenilgisinden sonra Rusya’da ortaya çıkan böylesi bir "hava"yı Stalin şöyle tanımlar: "Rusya’da karşı-devrim dönemi yalnızca ‘yıldırım ve gökgürültüsünü’ değil, ama hareket karşısında düş kırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri ‘parlak bir geleceğe’ inanılmıştı, ve insanlar, milliyetlerinden bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: Herşeyden önce ortak sorunlar! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: Kimse kendinden başka kimseye güvenmesin! Herşeyden önce ‘ulusal sorun’!... Ve yukardan gelen kavgacı milliyetçilik dalgası, kendi ‘özgürlük aşkı’ adına çevreden öcünü alan ‘iktidar sahipleri’nden gelen tüm bir baskılar dizisi, aşağıdan yükselen, ve bazen kaba bir şovenizme dönüşen bir milliyetçilik karşı-dalgasına yol açtı. İşçi yığınlarını sürükleme tehlikesi gösteren milliyetçilik dalgası, durmadan güçlenerek, yükseliyordu. Ve kurtuluş hareketi ne kadar güçten düşüyorduysa, milliyetçilik çiçekleri de öylesine açıyorlardı." (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 7-10, Sol yay.) ![]() [3*] Son anda “boykotçu”luktan “hayırcı”lığa dönen Ece Temelkuran şöyle yazıyor: “Referandum sonrası gazetelere bakıyorum. Enteresan bir durum var. ‘Evet’çilerin öfkesi geçmiyor. Zafer kazandıktan sonra bile ‘hayır’ oyu verenlere saldırıyorlar. Artık bir sakin olun kardeş! Nedir yani hâlâ? Galibiyetin tadını çıkarın biraz. Öte yandan hayır oyu vermiş özgürlükçü demokrat çevrelerde ise benim çok da anlam veremediğim bir moral bozukluğu. İnsanın moral bozukluğuna düşmesi için bu referanduma evet cephesinin yüklediği demokrasi testi anlamını atfetmiş olması gerek. Oysa bindik bir siyasi alamete gidiyoruz... Artık bilmiyorum nereye. Daha zor geçecek bir 10 ay var önümüzde. Biraz dirayet göstermek gerekmez mi? Üstelik yazmıştım, referandumun sonucu evet de çıksa, hayır da çıksa bu ülke daha demokratik olmayacak. Yukarıda da söylediğim gibi ülkenin ‘gerçek’ sorunlarının hepsi hâlâ aynı ağırlık ve yakıcılıkla kucağımızda duruyor olacak. Duruyorlar da. Ne yapılacak peki?” ![]() [4*] Kesintisiz Devrim II-III’de Mahir Çayan yoldaş, Che’den şu alıntıyı yapar: "Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayinin bulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerle örgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit ‘örgütçülük’ ya da ‘kurumculuk’ (revizyonist örgütlenme) yaratır ki, az çok ‘normal’ sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçim şartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir". ![]() [5*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz, 1976. ![]() [6*] Deniz Ülke Arıboğan, Akşam, 17 Eylül 2010. ![]() Kurtuluş Cephesi, 117. Sayı, Eylül-Ekim 2010 | |
|