Devrimci Gençlik
ŞİMDİ AKKOR ZAMANIDIR, YAKINDA YALNIZ IŞIK GÖRÜLECEKTİR!

Açılımın Açılımı:
ABD’nin Irak’tan Geri Çekilişi
ve Askeri Üsler

Kurtuluş Cephesi
      Başbakan Erdoğan: Açılım için Yıl Sonuna Kadar Bekleyemeyiz
      14 Ağustos 2009 – Erdoğan, sürecin ne zaman tamamlanacağına ilişkin, "Çok uzun sürmeyecek" ifadesini kullandı. Erdoğan, bir gazetecinin "Nisan olur mu?" sorusu üzerine "Nisan’a kalmayız. O kadar rahat değiliz" yanıtını verdi.
     
      24 Ekim 2009 (Sabah) – "ABD askerleri çekilmeden PKK tasfiye edilecek" diyebilir miyiz?
      ABD Ankara Büyükelçisi – "Umarız ki bu konu bitecek. Biz çekilmeden önce Türkiye bu konuyu bitirecek. Askeri, siyasi, diplomatik çaba gösteriyoruz. Türkiye, Irak, ABD bu sorunu bitirmek için beraber çalışıyor. Bir an önce PKK tehdidini bitirmek istiyor. Ancak tek bir tarih yok. Ne kadar erken olursa o kadar iyi. ‘Şu tarihe kadar bu iş bitmeli’ diyemiyoruz. Başarılı olamazsak alternatif siyaseti bugünden arayıp bulacağız."
     
      23 Ekim 2009 (Murat Yetkin, Radikal)
      ABD Ankara Büyükelçisi – "...Geçtiğimiz günlerde PKK’nın üç bilinen ismi hakkında uyuşturucu bağlantısı nedeniyle Amerikan makamları tedbir aldı... Başka girişimlerimiz de var. Örneğin Danimarkalılarla Roj TV konusunu biz de konuşuyoruz. Irak’ta hem Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY), hem de merkezi hükümet ile bu konuyu sürekli görüşüyoruz. Birkaç gün önce Irak’ın kuzeyinde bulunan 25. Piyade Tümeni’nin komutanı KBY yetkilileri ile hangi yeni tedbirlerin alınabileceği üzerine bir toplantı yaptı. Dışişleri sözcümüz iki gün önce Türkiye’nin PKK’ya karşı atacağı adımları destekleyeceğimizi ilan etti."
     
      Coniler 25 Aralık’ta İncirlik’te
      26 Kasım 2009 (Akşam) – Irak’ta görev yapan 142 bin askerden 100 bininin Amerika’ya dönmek için kullanacağı İncirlik Üssü’ne 700 kişiden oluşan ilk kafile 25 Aralık’ta geliyor
     
      "ABD ‘planı’ olarak ‘Kürt açılımı’ndan en büyük çıkarı olan kesim, asıl olarak ABD ve kısmen de Barzani-Talabani kesimidir. Bu nedenle, ‘plan’ın tam olarak uygulanabilmesi için, gönülsüzleri birliğe zorlayabilmek için, ‘kamuoyu’nun desteği kaçınılmaz hale gelmiştir. Ve ABD, ne denli yıpranmış olursa olsun, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi ‘eski’ adamlarını yeniden devreye sokmak zorunda kalmıştır. Bahçeli’nin sözüyle, ‘on iki kötü adam’, tüm yıpranmışlıkları ve güvenilmezlikleriyle ABD’nin ‘Kürt açılımı planı’ için kamuoyu oluşturmak amacıyla harekete geçmişlerdir.
      Kamuoyu oluşturmadaki tema ise, ‘akan kanın durması’, ‘analar ağlamasın’ vb. demagojik-hümanist sloganlardır. "On iki kötü adam"ın yetersizliği açık olduğundan, AB aracılığıyla AB’ci kesimden ‘lojistik destek’ alınarak sürdürülen bu kamuoyu manipülasyonu yine de çok zayıftır. Bu manipülasyondan elde edilecek ‘başarı’nın ise, Irak’tan çekilen ABD askeri güçleri için güney doğu Anadolu’da üs verilmesiyle birlikte tümüyle yok olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
      Bütün bunlardan çıkan tek sonuç, ABD’nin bölgesel çıkarları açısından PKK’nin kesinkes tasfiye edileceğidir. Ancak aynı PKK, yine ABD tarafından Türkiye üzerinde baskı aracı olarak kullanılabilindiğinden, bu tasfiye, sadece Türkiye’nin ABD’nin bölgesel planını kayıtsız-şartsız kabul etmesine bağlıdır. Bu da, ‘ezber’den söylersek, Türkiye’nin siyasal geleceğinin mutlak bir ipotek altına alınması demektir. Bu mutlak ipotek, AKP’nin de, muhalefet partilerinin de geleceklerinin ipotek altına alınmasıdır. Düne kadar hangi partinin iktidar olacağına oligarşi karar verirken, şimdi doğrudan Amerikan emperyalizmi karar vermek durumundadır. Güney doğu Anadolu’da kurulacak olan ABD kara kuvvetleri üssü, ABD’nin Türkiye’nin iç politikasına daha fazla ve doğrudan müdahalesini daha görünür kılacaktır. Bu da, Türk ve Kürt halklarının ortak amaçlar için birleşik mücadelesi için yeni bir ‘umut’ olarak kabul edilebilir." (Kurtuluş Cephesi, "Kürt Açılımı"ndan "Demokratik Açılım"a, Sayı: 111, Eylül-Ekim 2009.) (abç)

      Bir zamanlar solda, devrimci soldan oportünistlere, "Sovyet sosyal emperyalizmi" teoricilerinden revizyonistlere kadar hemen herkes "durum tahlili" yapardı. Durum tahliliyle yetinilmez, buna bağlı olarak ya da buna dayandırılarak "taktikler" ilan edilirdi. Her ne kadar bu "taktikler", hemen her durumda kağıt üzerinde kalmış, "durum tahlilleri" hemen her zaman geleceğe ilişkin "kehanet tahminleri"ne dönüşmüşse de, sözde de olsa böyle bir şeyin "yapılması gerektiği" genel olarak kabul edilirdi.
      1980 sonrasında örgütlülüğünü yitiren sol, legalize olan sol, giderek bu türden "kehanet"lerde bulunmaktan uzaklaştı, "taktik" denilen şeyi tümüyle unuttu. Bu arada "durum tahlili"nin öztürkçeleştirilmiş hali olan "çözümleme yapmak", PKK’lilerin dilinde "dur biraz düşünelim"in karşılığı olarak kullanılmaya başlanılmasıyla da, "taktik hevalım"a indirgendi.
      Solda, somut durumların somut tahlilini yapmak, ülkenin ve emperyalist sistemin durumunu tahlil etmek bir yana bırakılırken, küçük-burjuva "solcu enteller"in "olguculuğu"nu durum tahlillerinin yerine ikame ettiler.
      Böylece, somut gelişmelerin ortaya koyduğu gerçeklerin ve olguların tahlili yerine, ortaya çıkan olguların ve görüngülerin, isteyenin istediği gibi kurgulayabildiği, istediği biçimde sıralayabildiği ve istediği biçimde bağlantılandırabildiği bir anlayış egemen olmuştur. "Medya"da köşe yazarlığının başlı başına bir "manipülasyon" ve "toplum mühendisliği"ne dönüştürülmesiyle birlikte de, "olguculuk", günlük olarak gelişen olaylar üzerinden, ister "politik kulis" dedikodularıyla, ister spekülatif yorumlarla "kehanetlerde bulunma"yla özdeşleşerek genel ve egemen bir anlayış haline geldi.
      Bu egemen anlayış, giderek tüm küçük-burjuva önyargılara seslenen, bu önyargıları esas alan, bu önyargıları harekete geçiren "güdüleme" (manipülasyon) ve "yönlendirme" "mühendisliğine" dönüştürüldü. Artık her gün, televizyonlarda ve gazetelerde neyin ne olduğunu değil, neyin ne olacağını büyük bir merakla izleyen ve sadece geleceğe yönelik "kahinlik"lere kulak veren bir "cemaat" ortaya çıktı.
      Bu öylesine yaygınlaştı ki, artık uzun bir tarihsel süreçte çok ağır bedellerle öğrenilmiş tarihsel-kitlesel dersler ve bunların sonuçları, kavramların içerikleri boşaltılarak işlevsiz ve işe yaramaz hale getirildi.
      İşte "bu hava içinde", legal sol ilişkiler içinde "solcu"laşmış sol unsurlar, dedikodu, spekülasyon ve manipülasyon üçgeni içinde, "taktik hevalım" makyavelizmi ile "bana göre"li geleceğin "kehaneti"nin arasına sıkıştı. Hemen her yazı, makale, köşe yazısı vs. sadece olgulardan söz eden ve bu olguları kendine göre ("kendi görüşüne göre" ya da "niyetine göre") kurgulayan, sıralayan ve "mantıksal çıkarsamalar" görünümü altında "kahenette" bulunan yazılı saçmalıklara dönüştü.
      Marksist-Leninist durum tahlilleri, yani somut durumun somut tahlili ise, ya "aylak toplamlar" olarak küçümsendi ya da "teori yapmak" olarak belletildi. Yine aynı olgucu mantık içinde, "teori" de, "kitlelerin anlamadığı dilden konuşmak" olarak lanse edildi.
      Sonuç ise çok yalındı: Sürekli spekülasyonlar arasında gezinen, her köşe yazarından "keramet" bekleyen ve köşe yazarlarının "bir bildiği" olduğuna inanan, ama hiç bir biçimde nesnel bilgiye sahip olmayan "solcu" ya da "aydın kütle" ortaya çıktı.
      AKP’nin nereden ve nasıl ortaya çıktığı bilinmeksizin "birden bire" ortaya atıverdikleri "Kürt açılımı"nın, kaçınılmaz olarak böylesine bir "kütle"nin, aklı sıra "örgütlü sol" olduklarını sanan kesimleri açısından "bana göre"li "niyet" beyanlarıyla karşılaması hiç şaşırtıcı olmamıştır. Hatta onca yıldır "Kürt sorunu"nu "devrimin itici gücü" olarak görenler, "Kürt halkı" ile oluşturulacak bir "Türk-Kürt ittifakı"nın "globalizm çağı"nda yeni bir "devrim" umudu olduğunu söyleyenler, "Kürt açılımı" karşısında, hala "Kürt sorunu karşısındaki tutumumuz ne olmalı?" sorusunu tartışmayı sürdürdüler.
      Böylece "sol" ve "solcu", "akan kan duracak", "analar ağlamayacak" pragmatizmi içine sıkışırken, kimileri kimi olguları görmezlikten gelmeye çalışmış, kimileri de aynı olguları "tek olgu" olarak sunmaya çalışmışlardır. Yine de gerçekleri dile getirmeye bir türlü dilleri dönmemiştir.
      Ve bir gün, birisi, sıfatı Cumhurbaşkanı olan birisinin ortaya çıkıp "tarihsel fırsat" demesiyle başlayan "Kürt açılımı", içeriksiz, ne anlama geldiği bilinmeyen, neyi ve neden çözeceği belirsiz, daha kötüsü "açılım"ın neyin açılımı olduğunun bile bilinmediği, saptanmadığı bir süreç başlatıldığında, "sol" ve "solcu" küçük-burjuvalar neredeyse bir bütün olarak söylemlere angaje oldular.
      Kimi "sol" ya da "solcu" küçük-burjuva, W. Bush’tan kurtulmanın "ayakkabısal modelleri" üzerine çalışırken, kimisi de "siyah başkan Obama"ya methiyeler düzerken, her şeyin bir an önce olup bitivermesi isteği gösterirken, bir o kadar da "tedirginlik" duymaya başladılar.
      Oysa ortada tek bir somut gerçek vardı: Amerikan emperyalizminin Irak işgalinde açık yenilgiye uğraması.
      Açıkça yenilmiş Amerikan emperyalizmi, bu yenilgiyi "zafere", "islam dünyası"nın düşmanlığını "dostluğa" dönüştürecek yeni bir propaganda ve manipülasyon süreci başlattı. Ve bu sürecin baş aktörü de, şüphesiz Obama’ydı.
      Yazımızın girişinde yer alan haberlerde de belirtildiği gibi, Amerikan emperyalizmi Irak’ta görev yapan 142 bin askerden 100 binini", en geç 2011 yılına kadar, yani 2010 yılı içinde çekeceğini Obama’nın ağzından dünyaya ilan etmişti. Bu "ilan"ın üzerinden bir yıl geçmeden, geri çekilme işlemlerine Aralık 2009’da "noel öncesi" başlanılacağı bildirildi. Böylece "simgesel" bir asker grubu (ki bugün bunların 700 kişi olduğu resmen açıklanmış durumda) 2009 "noel"inde ABD’ye götürülecek ve "törenle" karşılanacaklardı.
      İşte Tayyip Erdoğan’ın "Nisan’a kalmayız. O kadar rahat değiliz" dediği durum da, genel planda yapılan "son dakika" değişikliğinin ifadesidir.
      Ancak sorunun, 700 Amerikan askerinin İncirlik ya da başka bir üsten hava yoluyla ABD’ye götürülmesi ve "şov" yapılması sorunu olmadığı da açıktır. Ortada 142 bin asker bulunmaktadır ve bunun 100 bini ABD’ye götürülecektir.
      Birinci soru: Bu 100 bin asker, her türlü teçhizat ve ağır silahlarıyla hangi Amerikan üssünden hava yoluyla taşınabilir?
      İkinci soru: Kalan 42 bin asker, nerede ve nasıl konuşlandırılacaktır?
      Salt olguları izlemek ve bunlar arasında kurgular yapmakla yetinilmemiş olursa, bu iki sorunun, askeri-teknik ve stratejik sorular olarak ortada olduğu hemen görülebilirdi.[1*]
      Bugün için, Amerikan emperyalizminin Irak’taki güçlerini sadece Türkiye üzerinden geri çekmeyeceği kesindir. Körfez bölgesinden de, Suudi Arabistan üzerinden de (ve belki Türkiye’den götürülecek olanlardan çok daha fazla) asker geri çekecektir. Ve yine aynı yerlerde belli miktarda Amerikan askeri konuşlandırılacaktır.
      Ancak "sorunlar", hem taktik-teknik, hem stratejik açıdan çoktur ve çoklukla da çözümlenebilir olmaktan uzaktır.
      Bugün Amerikan emperyalizminin Irak’ta, daha doğrusu Irak topraklarında güvenebileceği tek "müttefiki" Kürtlerdir, "Kürdistan Özerk Yönetimi"dir. Bu konuda hiç bir tartışma yoktur. Ama sorun, Irak’ın gelecekteki biçimlenişine bağlı olarak, "merkezi Irak devleti"nin tüm Arap bölgelerinde otoritesini kurduktan sonra, "Kürdistan Özerk Yönetimi" karşısında nasıl bir tutum takınacağı sorunudur.
      Biliniyor ki, gerek Irak işgali sırasında Amerikan emperyalizmiyle açık işbirliği yapmış olan, gerekse Musul-Kerkük petrolü üzerinde mutlak hak talep eden "Kuzey Irak Kürtleri", Irak’ta merkezi otoritenin kurulmasına paralel olarak ciddi bir tehdit altında olacaktır.
      Bu durumda, böylesine güçlü bir olasılık koşullarında, Amerikan emperyalizminin önemli sayıda askerinin bölgede kalması kaçınılmazlaşmaktadır, ama bu askerlerin Kuzey Irak’ta konuşlandırılmasının da büyük riskler taşıdığı açıktır. Bu durum, öylesine açıktır ki, Barzani yönetimi bile Amerikan askerlerinin Kuzey Irak sınırları içinde konuşlanmayacağından çok emindir.
      Doğal olarak, bugün için 42 bin olarak görünen Amerikan askerinin önemli bir kısmının Kuzey Irak dışında, ama Kuzey Irak’a yakın bir bölgede konuşlandırılacağından söz etmenin "kehanet"le ilgisi yoktur.
      Burada yakın geleceğin biçimlenmesinde belirleyici öneme sahip olan, 1 Mart tezkeresi değil, 8 Şubat 2003 ABD-Türkiye arasında imzalanan "Mutabakat Muhtırası"dır (Momerandum of Understanding).[2*]
      W. Bush’un "Türkler at pazarlığı yapıyor" dediği görüşmeler sonucunda 8 Şubat 2003’te imzalanan "mutabakat"a göre, 62 bin Amerikan kara kuvvetleri askeri altı ay süreyle Türkiye’de konuşlandırılacaktı. Amerikan askerlerinin konuşlanacağı yerler ise şöyle sıralanıyordu: Mardin ve Gaziantep kent merkezleri dışında, Dicle (Diyarbakır), Oyalı (Şırnak), Nusaybin (Mardin), Oğuzeli (Gaziantep), Şanlıurfa merkez, Birecik ve Viranşehir.
      Ve tüm Amerikan askeri anlaşmalarında olduğu gibi, bu "mutabakat" çerçevesinde Türkiye’de konuşlanacak Amerikan askerleri, "adi suç" işlediklerinde Türk hukuku, bunun dışındaki hukuk ihlallerinde ise ABD hukukuna tabi olacaklardı.
      O günleri "unutmamış" olanlar (ya da tüm unutturma çabalarına rağmen anımsayanlar), Amerikan askeri heyetinin Mersin ve İskenderun limanlarında yerler kiraladığını, özellikle Mardin, Şırnak ve Nusaybin bölgesinde üs yerlerini seçtikleri, yer yer anlaşmalar imzaladıklarını da anımsayacaklardır.
      Bugün bu "mutabakat", Amerikan emperyalizminin "geri çekilmesi" görüntüsü altında ve "geri çekilmeye ilişkin" olarak yeniden tezgahlanmaktadır.
      Bugün için, gizli görüşmelerde ABD ile nasıl bir "mutabakat"a varıldığı ve Tayyip Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesinde bu "mutabakat"ın son haline nasıl getirileceğini bilemiyoruz. Ancak kesin olan şu ki, Irak’tan çekilecek olan Amerikan askerlerinin her an bölgeye müdahale edebilecek bir gücü, isterse Kuzey Irak’a yönelik bir "kanlı katliamı önlemek" gerekçesiyle de olsa, Türkiye’de konuşlandıracağıdır.
      Bugün Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının "Kürt açılımı"ndaki "acelecilikleri", her şeyi Aralık sonuna kadar "yetiştirme" telaşları ve A. Gül’ün "çözmezsek, birileri gelir çözer" sözleri, Amerikan emperyalizminin kendine göre belirlediği geri çekilme biçimi ve takvimine uyum sağlamaya çalışma çabasından başka bir şey değildir.
      Burada en önemli "engel" olarak görülen TSK’nın (şu ünlü "merak etmeyin ordu var") bu konudaki "çekince ve muhalefet"i, "Ergenekon", "Ayışığı", "Sarıkız", "ıslak imza", "Kafes" vs. belge ve operasyonlarıyla etkisizleştirilmiştir. "Devletin zirvesinde" varolduğu ilan edilen "mutabakat" da, açık biçimde TSK’ya yönelik yoğun psikolojik saldırılarla önemli ölçüde sağlanmıştır.
      Ancak, tüm bu "mutabakat"lara, TSK’nın "köşeye sıkıştırılmış" olmasına rağmen, Irak’tan çekilecek ABD kara kuvvetleri birliklerinin Güney Doğu Anadolu’ya yerleştirilmesi ve burada ABD üslerinin kurulması çok da kolay gerçekleştirilebilir bir şey değildir.
      Bu biçimde üsler oluşturulmasının birinci önkoşulu, bölgede TSK’nın, isterse "teröriste karşı" olsun, hiç bir askeri harekatta bulunmaması, bulunmaya gereksinim duymaması, daha tamcası, bulunamamasıdır. Bölgede PKK ile TSK arasında süregidecek olan çatışmalar, açıktır ki bu bölgeye konuşlandırılacak Amerikan askerleri ve üsleri için önemli bir risk oluşturacaktır.
      Bu riskin yanında, Diyarbakır-Mardin-Şırnak bölgesindeki ABD üslerinin varlığı, bu bölge üzerindeki tüm hava sahasının ABD denetimine geçmesi demektir. Bu durumda, (daha önce ABD’nin "Çekiç Güç"le Kuzey Irak hava sahasında sağladığı mutlak denetim koşullarındaki gibi), hangi gerekçeyle olursa olsun TSK’ya bağlı "hava unsurları"nın bölgede hareket ve harekât olanağı da tümüyle ortadan kalkacaktır. Açıktır ki, "hava destek unsurları"na sahip olmayan TSK’nın, bölgede askeri denetimi sürdürebilmesi neredeyse olanaksızdır.
      1 Mart 2003 tezkeresi günlerinde sıkça tartışıldığı gibi, böylesi bir durum, açıktır ki, "ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün" olan "egemen ulus"un, kendi devlet sınırları içindeki belli bir toprak üzerindeki egemenliğini yitirmesi demektir.
      İkinci önkoşul, Kuzey Irak’taki "Kürdistan Özerk Yönetimi"nin "Arap saldırganlığına karşı" korunmasıdır. Kendi ülkesindeki Kürtlerle "savaş halinde" olan ve bu savaş sürecinde Kuzey Irak yönetimini sürekli olarak "tehdit eden" bir ülkenin, Türkiye’nin, böyle bir saldırganlığa karşı Kuzey Irak yönetimini korumasını beklemek, kediye ciğer emanet etmeye benzer. Dolayısıyla, böyle bir "emanet" hiç bir biçimde Barzani ve Talabani tarafından kabul edilmeyecektir. Bu nedenle de, Kuzey Irak yönetiminin uzun dönemli "savunması" doğrudan Amerikan emperyalizmi tarafından üslenilmek zorundadır.
      Üçüncü önkoşul, böyle bir savunma, dağlık ve engebeli bir yapıya sahip olan Kuzey Irak topraklarında konuşlandırılmış askeri birliklerle gerçekleştirilemez. Böyle bir şey, her durumda bu askeri birliklerin saldırılara doğrudan muhatap olması anlamına gelir. Bu nedenle de, "koruyucu güç", her durumda Türkiye-Irak dağlık ve engebeli sınırlarının ötesinde, Türkiye topraklarında konuşlanmak zorundadır.
      Bu önkoşulların yanında, PKK’nin "silah bırakması" ya da "barış" ilan etmesi çok özel bir yere sahip değildir. Burada PKK’nin "T. C." ile yapacağı "mutabakat"tan daha çok Amerikan emperyalizmiyle varacağı "mutabakat" önemlidir. Çünkü PKK saldırılarından ilk planda etkilenecek olan bölgeye konuşlandırılacak Amerikan askerleri olacaktır.
      PKK-ABD arasındaki "mutabakat" da, fazlaca zorlukla karşılaşmadan oluşturulabilir niteliktedir. "Tarihlerinde ilk kez bir devlet kurma şansı yakalamış Kürtler"le başlayan ve bu "şans"ı sağlayanın ABD olduğuna inanan, dolayısıyla Amerikan emperyalizminin himayesinde bir "Kürdistan" kurulabileceğini kabul eden ve bundan hiç bir rahatsızlık duymayan bir toplumsal ortamda, açıktır ki, bu "mutabakat" zaten fiilen vardır.
      Tüm bu önkoşullar, "gizli görüşmeler" yoluyla gerçekleştirilir gerçekleştirilmez (ki Tayyip Erdoğan’ın 7 Aralıktaki Obama görüşmesiyle kesinleşeceği söylenebilir), sorunun asıl unsuru, yani Türkiye halkına böyle bir durum ve askeri üslerin nasıl kabul ettirileceği sorunu gündeme gelecektir.
      Gerek 1 Mart tezkeresinin, gerek Amerikan emperyalizminin Irak’taki açık yenilgisinin yarattığı "moral üstünlük" karşısında böyle bir "tezkere"nin meclisten geçirilmesi kolay olsa bile, halka kabul ettirilmesi o kadar kolay değildir. Üstelik, bugün "Kürt açılımı" çerçevesinde sürdürülen yoğun propaganda ve manipülasyonlara rağmen, bu konu, yani ABD’ye kara kuvvetleri üsleri verilmesi konusu kamuoyundan tümüyle gizlenmektedir. Yani bu konuda kamuoyunu koşullandırma ve güdülemeye yönelik ciddiye alınabilecek herhangi bir hazırlık söz konusu değildir.
      Bugün için, kamuoyunun böylesi bir duruma "alıştırılması" ve "kabul eder" hale getirilmesi çok kolay görünmemektedir. Üstelik böyle bir girişimde bulunacak AKP hükümeti, yapılacak genel seçimlerde çok büyük oy kaybedebilecektir. Bu açıdan, Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının, böyle üsler oluşturulmasına ilişkin bir "tezkere"yi meclisteki sayısal gücüyle geçirebilse de, "kamuoyu" açısından büyük güç kaybedeceğini söylemek de "kahinlik" sayılamaz.
      İşte önümüzdeki kısa vade içinde gelişecek siyasal olaylar, ağırlıklı olarak böylesi bir "sorunun" çözümlenmesiyle biçimlenecektir.
      Bugün için, AKP’nin bunu gerçekleştirebilmesi için elindeki tek şey, kamuoyunu "Kürt sorunu"nun ABD tarafından halledildiğine ikna etmesi, yani "anaların ağlamaması"nı gerçekleştirenin ABD olduğunun propagandasını yaparak kamuoyunun ABD’ye "sempati" duymasını sağlamaktır. Bu, hiç de "on iki kötü adam"la gerçekleştirilebilir bir "güdüleme" olamaz. Çok daha geniş bir propaganda, manipülasyon ve dezenformasyon faaliyetini gerektirir.
      Bunun karşısında "muhalefet" ise, Ergenekon operasyonlarının doğrudan ve dolaylı (tüm kurumların ve insanların sürekli izlenmesi ve dinlenmesi) sonuçları nedeniyle fazla etkili olmayacağı da görülebilmektedir.
      Yine de, her durumda, AKP’nin böylesi bir askeri konuşlandırmaya "izin" vermesinin, seçimler üzerinde etkide bulunacağı açıktır. İşte bu "açık durum"un, aynı zamanda seçimin ne zaman yapılacağına ilişkin "karar" üzerinde de etkide bulunacağını şimdiden söyleyebiliriz.
      Şüphesiz AKP, ABD’yle sürdürdükleri "at pazarlığı" çerçevesinde önemsenebilecek bir ekonomik yardım almayı hesaplamaktadır. Bu ekonomik yardımdan yararlanarak (bir süre için IMF’siz, sadece ABD yardımı olarak) halkın geçim koşullarında nispi bir rahatlama, iyileştirme sağlamayı düşüneceklerdir. Bu nispi rahatlamayla birlikte girilecek seçimlerde, "Kürt açılımı" vb. nedenlerle kaybettikleri oyları geri almayı planlayacaklardır.
      Tayyip Erdoğan’ın "Nisan’a (2010) kalmayız. O kadar rahat değiliz" sözleri, Amerikan emperyalizminin kendi "takvimi"ne göre hareket edeceğinin kesin oluşunun ifadesidir. Yine de ABD’nin Türkiye’de kara kuvvetleri üssü talebinden vazgeçebileceği, bunun yerine "geçici" çözümler bulunabileceği düşünülebilir. Ama her "geçici çözüm" gibi, ne zaman sona ereceği bilinemeyeceği için, her durumda olmadık siyasal gelişmelerle işlevsiz kılınabileceğini söyleyebiliriz.
      Bu koşullarda, geçen sayımızda belirttiğimiz gibi, Türkiye halkının anti-emperyalist mücadelesinin yükseleceği "umut"unu korumak durumundayız. Ancak solun legalizmi ve pragmatizmi, devrimci güçlerin olabilecek en zayıf durumda oluşu koşullarında, bu "umut", devrimci mücadelenin gelişmesini sağlayabileceği anlamına gelmemektedir. Ama böyle bir mücadelenin gerekli ve kaçınılmaz olduğunun bilincinde olan, bu mücadelenin gelişmesi için tüm zamanını ve tüm özverisini vermeye hazır olan devrimci unsurların oluşmasına katkıda bulunacağını söyleyebiliriz.






Dipnotlar

[1*] Burada Cüneyt Ülsever’in hakkını yememek gerekir. Son bir aydır Cüneyt Ülsever, "Kürt açılım"ının asıl olarak Kuzey Irak açılımı olduğunun altını sürekli çizmektedir. Yer yer, bunun arka planında Amerikan emperyalizminin Irak’tan çekilişinin olduğunu yazmakla birlikte, bu konuda oldukça “ihtiyatlı” bir dil kullanmaktadır. Belki de 1 Mart tezkeresinin acısının kendisinden çıkartılabileceğinden endişe etmektedir.
[2*] Bu "Mutabakat Muhtırası"nın geniş bir özeti, 22-25 Eylül 2003 tarihli Hürriyet’te yayınlanan Fikret Bila’nın yazı dizisinde yer almaktadır.



Kurtuluş Cephesi, 112 Sayı, Kasım-Aralık 2009