Kurtuluş Cephesi, 110. Sayı Temmuz-Ağustos 2009
İÇİNDEKİLER
— Köylülük Diye Bir Sorunumuz Var mı?
— Eşya Bulamayınca Eşeğini Haczettiler
— Köylülük, Eşraf, Tefeci-Tüccar ve Gıda Tedarikçileri
— Asimetrik Savaş ve Köylülük
— Aren Oportünizminden Bu Yana Ulus Orman Köylerinde Ne Değişti?
— Herifçioğlu/Sen Mişel'de koyuvermiş sakalı/Neylesin bizim köyü/Nitsin Mahmut Makal'ı
— Pavyonun Yeni Fedaisi: Yiğit Bulut
— En Büyük 50 Şirket
— Oya Baydar: Pavyondaki Namuslu Kadın mı?
[Özgün formatıyla, .pdf]
— Kurtuluş Cephesi, 110. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 109. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 108. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 107. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 106. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 105. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 104. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 103. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 102. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 101. Sayı
— Kurtuluş Cephesi, 100. Sayı
— Ana Sayfaya Dönüş
|
Köylülük Diye Bir Sorunumuz Var mı?
Şüphesiz, "solcu" olan herkes bu soruya, teorik olarak "evet" yanıtı verecektir. Biraz Marksizm-Leninizmi bilen "solcu"lar açısından sorunun yanıtı, aynı zamanda "işçi-köylü ittifakı" gibi kavramla da zenginleştirilecektir. Hatta bazıları, devrimden söz ederek, "işçi sınıfı temel güçtür, köylüler yedek güçtür" derken, kimileri de işçi ve köylülerin "devrimin temel güçleri" olduğundan söz edecektir. Ancak hemen hemen tüm "sol" açısından tarımsal üretim ve köylülük, özellikle 1980’den sonra giderek önemini yitirmiştir. Yine de köylülüğün tümüyle önemsizleştiğini söylemeye dilleri varmaz. Örneğin MLKP Programı’nda şunlar söylenir:
"Emperyalizmin boyunduruğu altında bir yeni sömürge olan, Kuzey Kürdistan’ı sömürge bağımlılığı altında tutan çok uluslu Türkiye, işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu, emek-sermaye çelişmesinin temel çelişme haline geldiği, yarı feodal ilişkilerin özellikle Kürdistan’da varlığını koruduğu, küçük meta ekonomisinin yaygın bulunduğu, tekel dışı kapitalizmin belirli bir yer tuttuğu, sanayi toplumu olmaktan uzak, kırın iktisadi yaşamda önemsizleşmediği geri kapitalist bir ülkedir." (MLKP Programı)
Söz geçmişten, 60’lar ve 70’lerden açıldığında ise, tütün mitinglerinin, haşhaş mitinglerinin tarihteki yeri ve rolü konusunda büyük sözler edilerek, "kitleler"in mücadelesinin nasıl yükseldiği anlatılacaktır.
Ancak tüm bu sözler bir saman alevi gibi parlayıp sönen bir ışık olmaktan, sadece belli konuşmaların "gereği" ya da "sosu" olmaktan öteye geçmemektedir. İster legalist, ister legalize olmuş sol örgütler olsun, her durumda kentleri ve kentli "kitleleri" esas alan, hatta tek "kitle" ve tek "mücadele alanı" olarak gören bir pratik sergilerler. Bu teklik içinde köylüler ise, sadece belli zamanlarda değişik nedenlerle ortaya çıkan, bazı protesto eylemleriyle anımsanan bir "kütle" olarak vardır. Örneğin Cüneyt Zapsu ailesinin fındık taban fiyatlarına yaptıkları müdahaleler karşısında "fındık üreticileri"nin Ordu ve Giresun illerinde yaptıkları yol kesme eylemleri "medya"ya yansıdığında köylülük anımsanır. Bunun dışında sol açısından köylülük, ne "kitle" olarak, ne "sınıf" olarak mevcut değildir.
Belli dönemlerde silahlı mücadeleyi yürütmüş ve teorik olarak silahlı mücadeleyi hala savunan bazı örgütler açısından köylülük, yine de önemli bir yere sahipse de, bu da tümüyle "patron-ağa devleti" vb. kavramlar içerisinde ifade edilir.
Eski dönemin söylemiyle ifade edersek, SBKP revizyonizminin ülkemizdeki temsilcisi olan TKP, TİP, TSİP gibi revizyonistler, uzun yıllar Türkiye’de kapitalizmin nasıl geliştiğini ve egemen üretim ilişkisi olduğunu kanıtlamaya çalışırken, aynı zamanda "egemen" olan kapitalizmle birlikte köylülüğün önemini yitirdiğini, işçi sınıfının geliştiğini, dolayısıyla işçi sınıfının temel güç ve kentlerin temel mücadele alanı olduğu bir "stratejik çizgi" izlenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. (Bu "stratejik çizgi", bu kesimler tarafından hiç bir zaman açıkça ifade edilmemiştir.)
Bu tartışmaya her türden ve her kesimden "solcu" entelektüeller, akademisyenler "balıklama" dalmış ve feodalizm-kapitalizm tartışmaları yıllarca sürüp gitmiştir. Mahir Çayan yoldaş bu durumu Kesintisiz Devrim II-III’de şöyle ifade eder:
"Revizyonist anlayışla, Amerikalar yeniden keşfediliyor, üç aşağı-beş yukarı, belli bir seviyede olan herkesin kabaca doğru olarak değerlendirebileceği, ülkenin tarihsel şartlarının içine ‘lider teorisyen kadrolar’ balıklama dalıyorlar. Kademe kademe önce, Osmanlı İmparatorluğu’nda Asya tipi üretim tarzı mı yoksa feodal üretim tarzı mı egemendi, arkasından da 1960’ların Türkiye’sinde feodalizm mi yoksa, kapitalist ilişkiler mi egemendir, yoksa var olan üretim ilişkileri kapitalize ilişkiler midir? tartışmaları solu kaplıyordu.
Feodalizm egemendir, kapitalizm egemendir tefrikalarının yayınlandığı dergiler etrafında fraksiyonlar savaşı en şiddeti ile yıllar boyu sürdü. Revizyonizm, oportünizm suçlamaları ortalığı kırıp geçirdi. Her çıkan dergi, birer ‘ciddi’ hareketin temsilcisi iddiası içinde sosyalist blok içindeki şu veya bu devlete karşı politik tavırlarından, Osman Gazi’den itibaren üretim ilişkilerinin gelişme sürecine ilişkin görüşlerini, ilk sayılarında 80-100 (hızını alamayan daha da fazla) sayfalık broşürlerle ortaya koyuyorlardı. (Aslında hepsinin değerlendirmesi de, terminoloji ve nüans farkları hariç, öz bakımından üç aşağı beş yukarı aynıydı.)"
Bu tartışmalar ne denli yaygınlaşmış olursa olsun, sonuçta, gerek 1971-72, gerekse 1976-80 devrimci pratiği bu tartışmaları bir yana itmiştir.
Ancak oligarşinin 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte devrimci mücadelenin ağır darbe alması ve devrim saflarından büyük bir kaçışın ortaya çıkmasıyla birlikte, devrimci pratiğin bu tartışmaları bir yana iten etkisi de sona ermiştir.
1980 sonrasında devrimci örgütlerin etkisizleştirilmesiyle birlikte, gerek devrim saflarından kaçanlar, gerek devrimci mücadeleyi sürdürme kararlılığı gösteremeyenler "birey" olarak oligarşik düzenin içinde yaşamaya koyulduklarında, onların konumlarına uygun teoriler de piyasaya sürülmeye başlanmıştır. Bu teorilerin en başında, şüphesiz Gramsci’nin "sivil toplum" teorisi gelmiştir.
Her ne kadar "sivil toplumculuk" doğrudan köylüler üzerine bir şeylerden söz etmese de, kentleri ve kentli "kitleleri" odak noktası alan bakış açısıyla giderek yerleşmeye ve içselleşmeye başlamıştır.
1980 öncesi devrimci mücadele içinde bulunmuş "birey"ler açısından "kentli kitleler", tartışmasız bir biçimde "işçi sınıfı" olarak algılanırken, Turgut Özal’ın "büyük kent belediyeleri" oluşturmasıyla birlikte, neredeyse her şey "büyük kent"lerin çerçevesi içinde ele alınan olgular ve sorunlar haline dönüşmüştür.
Bundan sonra her şey kendiliğinden gelişmiştir.
1980’lerin ortalarından itibaren başlayan sendikal mücadeleler ve grevler (özellikle Netaş grevi), 1980 sonlarında gelişen Zonguldak maden işçilerinin eylemleri "işçi sınıfı"na bağlanan umutları kendiliğinden birincil hale getirirken, gerek PKK’nin, gerekse (PKK söylemiyle) "Türk solu"nun kırsal alanlardaki silahlı eylemleri, belli ölçülerde köylülüğün solun gündeminde kalmasını sağlamıştır. Hatta TKP/ML’nin bir dönem Dersim bölgesinde peynir fiyatlarını belirlemeye kalkışması, köylülerin "kitle gücü" olarak görülmeye devam ettiğinin bir göstergesiydi.
Ama kendiliğinden süreç kendi yolunda ilerledi. Tunceli ve çevresindeki illeri kapsayan silahlı eylemlerin zaman içinde yavaşlaması ve giderek neredeyse tümüyle sona ermesiyle birlikte, köylüleri "temel güç" olarak gören, "patron-ağa devleti"nden söz eden sol örgütler de "düze" inmiş ve kentleri mesken tutmuşlardır.
Kürt ulusal sorununun sürekli gündemde olması, her durumda sınıfsal mücadelenin ikincil hale gelmesine yol açarken, solun kırsal alanlarla ilişkisinin ortadan kalkması da köylülüğün tümüyle bir yana itilmesini beraberinde getirmiştir.
1991-2001 döneminde öylesine kendiliğinden bir süreç yaşanmıştır ki, Kürt ulusal sorunu, hiç bir biçimde sınıfsal içeriğe sahip olmayan ve sınıfsal yanı hiç bir biçimde ele alınmayan "birincil konu" olarak gündemin ilk sırasını işgal ederken, köylülük bir yana, sınıf kavramının kendisi bile unutulmuştur. Özellikle legalizmin güçlenmesi ve illegal pek çok örgütün legalize olması, bir yandan "legal kitle partileri" kurulmasını, diğer yandan "kültür merkezleri" adı altında legal dernekleşmenin hızlanmasını beraberinde getirmiştir. Her iki örgütlenme biçimi de, sınıfsal içerikten çok "kitle"selliğe yaptıkları vurguyla kendiliğinden gelişen sürece eklemlenmişlerdir.
Artık "sol kitle", tümüyle kentli ve kent kökenli bireylerden oluşmuştur. "Burg"un "kent" olduğu, "kentli"nin burjuva olduğuna aldırmaksızın, kentlilere ve kentlere dayanan "sol" hareket, giderek köylülüğün tümüyle bir yana bırakıldığı, tümüyle kentlilerin (genel olarak burjuvaların, özel olarak kent küçük-burjuvazisinin) çıkarlarını temsil eden bir hareket haline dönüşmüştür.
Bu dönüşümle birlikte "sol", hem işçi sınıfına, hem de köylülüğe yabancılaşmıştır.
Zonguldak kömür madenlerinin kapatılması ve yerine "somon balığı" üretimi yapılması yönündeki "öneriler"den, buğday ithalatının serbest bırakılmasına ilişkin, "kentli kitleler"in çıkarlarına hitap eden pek çok uygulama "sol" tarafından içtenlikle benimsenmiştir. Gecekondu bölgelerinin hızla "toplu konut alanları" haline gelmesiyle birlikte "kentli kitleler", ne sosyolojik olarak, ne sınıfsal olarak tanımlanmamış bir "kütle" olarak kendiliğinden "sol"un "hedef kitlesi" haline gelmiştir.
"Sol", bu kendiliğinden süreçte "sol", zaten hiç bir zaman varolmamış olan "iktidar" perspektifi yerine, "iktidar sorumluluğu" taşıyan düzen içi bir "muhalefet" mantığına sahip olmuş ve "olumsuz eylem"den "olumlu söylem"e (evcilleşme) geçiş yapmıştır. Bir başka ifadeyle, "silahların eleştirisi", teorik olarak bile terk edilmiş, "eleştiri silahı", "olumlu eylem" olarak içselleştirilmiştir.
12 Eylül sonrasında doğan yeni "sol" kuşak, bu kendiliğinden sürecin içinde biçimlenmiştir. Hemen hemen tamamı "kentli" olan bu kuşak için, kentler ve kentli kitleler her şeydir, bunların dışında neredeyse hiç bir şey yok gibidir.
Kendiliğinden süreç sonunda köylülük tümüyle unutulurken, kentler her şeyin odağı ve merkezi olarak görülür olmuştur.
Böylesi bir durum karşısında sınıfsal tahliller, köylülüğe yapılan atıflar "sol"da hiç bir değere ve anlama sahip olmamıştır. 1 Mayıs’larda "işçi sınıfı"na yapılan vurgular belli ölçülerde sınıfsal bakış açısı varmış gibi görünse de, her durumda "işçi sınıfı" "kentli kitleler" içinde algılanan bir "katman" olarak görülmüştür.
|
Toplam
Nüfus |
Kent
Nüfusu |
%
|
Kır
Nüfusu |
%
|
1970
|
35.605
|
10.222
|
28,7
|
25.384
|
71,3
|
1975
|
40.348
|
13.272
|
32,9
|
27.076
|
67,1
|
1980
|
44.737
|
16.065
|
35,9
|
28.672
|
64,1
|
1985
|
50.664
|
23.238
|
45,9
|
27.426
|
54,1
|
1990
|
56.473
|
28.958
|
51,3
|
27.515
|
48,7
|
2000
|
67.420
|
38.661
|
57,3
|
28.759
|
42,7
|
Bu kendiliğinden süreç, kent nüfusunun kırsal nüfusa göre ağırlıklı bir yere sahip olduğu "inancı"nı da beraberinde getirmiştir. Bu öylesine yerleşik bir "inanç" haline gelmiştir ki, nüfusun çoğunluğunu oluşturan yerler ve kesimler, her durumda devrimci mücadelenin alanı ve kitlesi olarak kabul edilmiştir. Bütün "sol"un ve "sol birey"lerin ortak inancına göre, Türkiye nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamaktadır ve köylülük azınlığı oluşturmaktadır. Bu "inanç", nüfus sayımı sonuçlarıyla ve GSMH içinde tarımın payının azalmasıyla desteklenmiştir.
Ancak bu "inanç", nüfus sayım sonuçlarıyla, GSMH verileriyle desteklenmiş görünse de, bunlar tümüyle "iman" konuları olmaktan bir adım öteye geçmemiştir.
Bu "inanç"ın yerleştiği 1980 sonrasında ise, "iman"a uygun olarak kır nüfusu (1985 nüfus sayımındaki "radikal" değişimle birlikte) giderek azalmış olmakla birlikte, yine de 2000 yılında toplam nüfusun %42,7’sini oluşturmaktadır. Üstelik bu %42,7’lik kırsal nüfus, 1985 yılında belediyeler yasasında yapılan değişimle ortaya çıkan "radikal" değişimin ürünüdür. Tablodan da açıkça görüleceği gibi, 1985 yılında toplam nüfus altı milyon artarken, kent nüfusu yedi milyon artmış ve kırsal nüfus bir milyon azalmıştır. Böylece 1980-85 döneminde tüm nüfus artışı kentlerde meydana gelmiş ve kırsal alanlardan da bir milyon göç almış görünmektedir. Böyle bir şey ne kadar gerçek dışı olursa olsun, her durumda kentlere ilişkin oluşan "inancı" pekiştirmeye yetmiştir.
Artık nüfusun %42’7’sini oluşturan kırsal nüfus görmezlikten gelinebilir!
Öte yandan tarımın GSMH’daki payının sürekli azalışı da "inanç"ı besleyen diğer bir "bilimsel veri" olarak kabul edilmiştir.
Sektörlerin GSMH’daki % Payları
(Cari Fiyatlarla) |
|
Tarım
|
Sanayi
|
İnşaat
|
Hizmetler
|
Kamu Hizmetleri
|
İthalat Vergisi
|
1970
|
37,3
|
17,2
|
5,8
|
32,2
|
7,2
|
2,6
|
1975
|
33,8
|
17,7
|
5,3
|
35,3
|
7,9
|
3,0
|
1980
|
26,1
|
19,3
|
5,7
|
41,5
|
9,3
|
1,4
|
1985
|
19,7
|
21,7
|
5,8
|
42,6
|
5,5
|
2,8
|
1990
|
17,5
|
25,5
|
6,3
|
43,6
|
8,7
|
3,4
|
1995
|
15,7
|
26,3
|
5,5
|
47,6
|
8,2
|
3,7
|
2000
|
14,1
|
23,3
|
5,2
|
49,4
|
10,5
|
4,1
|
GSMH’daki yeri böylesine az ve azalmış olan tarım da, tarımsal üretimi gerçekleştiren köylü de önemsenmeyebilir! Tarım üretiminin nasıl olup da böylesine azaldığını ve bu azalışın sonuçlarını da tahlil etmek gereksizdir!
Hem "bizler" "solcu"yuzdur, dolayısıyla "emekten" ve "emekçi"den yanayızdır. Böyle olduğumuz için de, asıl çalışmamızı "çoğunluk" emekçilerinin olduğu yerlerde yoğunlaştırmak durumundayızdır! GSMH’da "hizmetler sektörü" ezici bir ağırlığa sahip olduğuna göre, "çoğunluk" elbette hizmetler sektöründedir ve bu sektör içinde de "ofis boys and girls" ile "kamu emekçileri" öndedir.[1*]
Oysa Türkiye’deki istihdam verilerine bakıldığında "çoğunluk" pek de "inanç"ın öngördüğü gibi değildir.[2*]
|
Toplam İstihdam
|
Tarım
|
%
|
Sanayi
|
%
|
İnşaat
|
%
|
Hizmetler
|
%
|
1970
|
14.051.209
|
9.281.024
|
66,1
|
1.355.303
|
9,6
|
431.074
|
3,1
|
2.983.808
|
21,2
|
1975
|
16.049.565
|
10.458.286
|
65,2
|
1.526.211
|
9,5
|
523.823
|
3,3
|
3.541.245
|
22,1
|
1980
|
17.219.571
|
9.972.361
|
57,9
|
2.053.254
|
11,9
|
753.257
|
4,4
|
4.440.699
|
25,8
|
1985
|
19.208.608
|
10.950.844
|
57,0
|
2.255.571
|
11,7
|
740.505
|
3,9
|
5.261.688
|
27,4
|
1990
|
22.085.711
|
11.506.708
|
52,1
|
2.859.766
|
12,9
|
1.167.561
|
5,3
|
6.551.676
|
29,7
|
2000
|
25.527.737
|
12.202.401
|
47,8
|
3.421.325
|
13,4
|
1.189.904
|
4,7
|
8.714.107
|
34,1
|
Kaynak: TÜİK, İstatistik Göstergeler 1923-2007
|
"Böyle de olsa" diyecektir eski revizyonistler, yeni legalistler, "tarımda kapitalizm egemendir, bu nedenle bizi köylülük değil, tarım proletaryası ilgilendirir"!
Köylülükle, kırsal alanlarla hiç bir ilişkisinin olmamasını isteyen revizyonist/legalistlerin bu iddiası, elbette kırsal alanlarda, köylüler arasında yapılacak devrimci çalışmanın, giderek silahlı mücadeleye dönüşeceği korkusuna dayanır. Onların özenle uzak durmaya çalıştıkları şey, silahlı mücadele, şiddete dayanan devrimdir. Bizim gibi ülkelerde anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadelenin halk savaşı anlayışıyla sürdürülmesi zorunluluğu, bin dereden bin su getirilerek çürütülmeye çalışılır. Tarımda kapitalizmin egemenliğini ilan ederek, toprak devriminin "burjuvazi" tarafından gerçekleştirildiğini, diğer bir ifadeyle demokratik devrimin tamamlandığını kanıtlamaya çalışırlar. Bu sayede, devrimin anti-kapitalist bir devrim olacağı, dolayısıyla devrimin temel gücünün işçi sınıfı ve temel alanlarının kentler olduğunu kolayca kabul ettireceklerini düşünürler. Tersini düşünenler, yani kırların ve köylülüğün devrimdeki yerine ve rolüne önem verilmesi gerektiğini söyleyenler, "çağdışı" olmakla, ülkedeki gelişmeleri anlamamakla, görmemekle kolayca suçlanacaklardır.
Böylece kendi yanlış görüşlerine dayanak yaptıkları değişik olgularda yüz geri edilen revizyonist/legalistler (ve legalize olanlar), son umutlarını tarımda kapitalizmin gelişmesine bağlarlar. Bu, artık onlar için "ölüm-kalım" sorunudur. Ne yapıp edip, tarımda kapitalizmin egemenliğini kanıtlamak zorundadırlar. Tarımda kapitalizmin egemen olduğunu kanıtladıkları takdirde, silahlı mücadeleden de, halk savaşından da sittin sene kurtulmuş olacaklardır! Bunun için, önce tarımda kapitalizmin gelişip egemen olduğuna ilişkin teorik ve pratik bilgilere ihtiyaçları vardır.
Tarımda kapitalizmin egemen olması, açıktır ki, doğal ekonomiden pazar ekonomisine geçişi sağlayan sermaye yatırımlarını gerektirir. Sermaye yatırımları, tarımda kapitalist üretimin gelişmesinin ölçütüdür. Sermaye yatırımı da, asıl olarak makineli üretime yönelik olacaktır. Bu nedenle tarımda kapitalizmin egemenliğini kanıtlamanın en kestirme yolu, tarımsal üretimde kullanılan makinelerin sayısal artışına ilişkin verilerden geçer.[3*]
Traktör sayısı, 1970’de 105 bin iken, 2000 yılında 940 bine yükselmiştir. 1990’dan sonra ekilen alan neredeyse hiç değişmezken traktör sayısı iki misline ulaşmıştır. Diğer tarımsal araçlar bir yana bırakıldığında, sadece traktör sayısındaki artış tarıma önemli bir "sermaye" yatırımı yapıldığını gösterir.[4*]
|
Ekili alan
(1000 Hektar) |
Traktör Sayısı
|
1000 hektara düşen traktör sayısı
|
Biçerdöver
|
Sap Döver ve Harman Makinası (Batöz)
|
1970
|
15.591
|
105.865
|
6,8
|
8.568
|
-
|
1975
|
16.241
|
243.066
|
15,0
|
11.245
|
58.867
|
1980
|
16.372
|
436.369
|
26,7
|
13.667
|
132.793
|
1985
|
17.908
|
581.375
|
32,5
|
13.611
|
172.687
|
1990
|
18.868
|
692.454
|
36,7
|
11.741
|
192.008
|
1995
|
18.464
|
776.863
|
42,1
|
12.706
|
209.120
|
2000
|
18.207
|
940.000
|
51,6
|
12.578
|
228.945
|
2005
|
18.148
|
1.022.365
|
56,3
|
11.811
|
212.720
|
Traktörün tarımsal üretimde kapitalist ölçekte "rasyonal" kullanımı ile ülkemizde traktör kullanılan tarım alanlarının boyutu birbirinden farklıdır. "Rasyonel" olarak bir traktörün, (1970 verilerine göre) ortalama 70 hektarlık bir toprağın işlenmesinde kullanılması gerekirken, bu miktar ülkemizde 15 hektarı geçmez. Daha da önemlisi, tarımsal üretim yapılan toprak miktarı artmazken, traktör miktarı sürekli artmıştır. Bu da, açıkça traktörün üretim dışı amaçlarla kullanıldığını gösterir. 1990 yılında 1.000 hektara düşen traktör sayısı 36,7 iken, 2008 yılında bu sayı 65,2’ye yükselmiştir.
Kapitalist anlamda bir üretim aracının "rasyonel" kullanımı demek, o araç için yatırılacak olan sermayenin ortalama kâr oranı düzeyinde kâr getirmesidir. Eğer makine için yatırılacak sermaye, sermaye sahibi için ortalama kâr oranında ya da üstünde bir "getiri" sahibi değilse, kapitalist anlamda bu sermaye "rasyonel" kullanılmamıştır, dolayısıyla da bu araç için sermaye yatırılmaz. Sermayenin olmadığı bir üretime de "sermaye üretimi", yani kapitalizm denilemeyeceği de açıktır.
Tarımda makineleşmeyle "kapitalizm"in gelişmesini özdeşleştirme çabaları açısından gözlerden uzak tutulmaya çalışılan tarım aracı ise, biçer-döverlerdir.
Biçer-döverler, istatistik ifadesi ile "kendi yürür biçer-döverler", hemen her durumda makineleşmiş tarımın bir simgesidir. Ülkemizdeki biçer-döver sayısı ise, tam anlamıyla "içler acısı"dır.
1950 yılında bin adet olan biçer-döver sayısı 1955’de 6 bine ulaşmıştır. 1970’de 8.568 olan biçer-döver sayısı, 1980’de %60 artarak 13.667’ye yükselmişse de, 2005 yılında 11.811’e düşmüştür. Bir başka tanımla, biçer-döver son otuz yılda (1975-2005) neredeyse aynı kalmıştır. Üstelik 2005 yılındaki 11.811 biçer-döverin %65’i (7.747) yirmi yaşın üstündedir.
Eğer biçer-döverler, sözcüğün tam anlamıyla tarımda kapitalizmin gelişmesinin simgesi ise, ülkemizde bu gelişimin çok kısa sürdüğünü ve giderek kapitalizmin tarımda gerilediğini söylemek pek yanlış olmayacaktır.
Bu veriler, tüm iddiaların ve "inanç"ların tersine, köylülüğün önemini ve tarım sorununun boyutlarını açıkça göstermektedir. Tüm sorunlar da, yukardan aşağıya, dış dinamikle (emperyalizm) kapitalizmin geliştirilmesinden türemektedir. Traktörün, üretim aracı olmaktan çok bir ulaşım aracı olarak kullanılması da bu çarpık gelişmenin açık ifadesidir.
Bu durumda geriye, kırsal alanlarda çelişkilerin ne kadar keskin olduğu sorusu kalır. Bir başka deyişle, köylü kitlelerinin durumunun, geçmiş dönemlere göre, özellikle de devrimci mücadelenin yükseldiği 1970-80 dönemine göre daha iyi olup olmadığıdır.
Köylü açısından en önemli sorun, toprak sorunudur. Bu nedenle, kırsal alanlardaki çelişkiden söz edildiğinde, ilk akla gelen toprak dağılımıdır. Kırsal alanlarda çelişkinin eskisi gibi olmadığı, köylünün toprak talebinin bulunmadığı, dolayısıyla ülkede bir toprak devrimine gerek olmadığı iddia edilecekse, bunun için toprak dağılımına bakmak gerekir.
Toprak Dağılımı
|
Dekar
|
1970
|
|
1980
|
İşletme
Sayısı |
%
|
Toprak
Miktarı (Dekar) |
%
|
İşletme
Sayısı |
%
|
Toprak
Miktarı (Dekar) |
%
|
Topraksız
|
317.682
|
9,41
|
-
|
-
|
-
|
-
|
-
|
-
|
5’den az
|
351.069
|
10,40
|
1.751.860
|
1,03
|
309.892
|
8,49
|
551.789
|
0,27
|
5-9
|
405.257
|
12,00
|
4.048.520
|
2,37
|
265.306
|
7,27
|
1.766.311
|
0,86
|
10-19
|
594.221
|
17,60
|
11.878.480
|
6,96
|
527.181
|
14,44
|
7.096.213
|
3,44
|
20-49
|
877.820
|
26,00
|
28.721.060
|
16,83
|
1.164.642
|
31,89
|
25.141.573
|
12,19
|
50-99
|
478.375
|
14,17
|
35.878.120
|
21,02
|
738.376
|
20,22
|
48.392.133
|
23,46
|
100-199
|
239.150
|
7,08
|
35.872.500
|
21,02
|
421.523
|
11,55
|
54.244.977
|
26,30
|
200-499
|
95.539
|
2,83
|
33.438.650
|
19,59
|
193.730
|
5,31
|
52.002.284
|
25,21
|
500-999
|
15.190
|
0,45
|
11.392.500
|
6,68
|
26.407
|
0,72
|
17.858.013
|
8,66
|
1000-2499
|
1.350
|
0,04
|
2.035.880
|
1,19
|
2.500
|
0,07
|
3.507.951
|
1,70
|
2500-4999
|
546
|
0,02
|
1.844.810
|
1,08
|
373
|
0,01
|
1.214.931
|
0,59
|
5000+
|
388
|
0,01
|
3.787.560
|
2,22
|
159
|
0,00
|
4.779.514
|
2,32
|
Toplam
|
3.376.587
|
|
170.649.940
|
|
3.650.910
|
|
206.274.325
|
|
Toprak Dağılımı
|
|
1991
|
|
2001*
|
Dekar
|
İşletme
Sayısı |
%
|
Toprak
Miktarı (Dekar) |
%
|
İşletme
Sayısı |
%
|
Toprak
Miktarı (Dekar) |
%
|
Topraksız
|
101.610
|
2,50
|
-
|
-
|
54.523
|
1,77
|
-
|
-
|
5’den az
|
251.686
|
6,19
|
667.059
|
0,28
|
178.006
|
5,79
|
481.987
|
0,26
|
5-9
|
381.287
|
9,37
|
2.511.091
|
1,07
|
290.461
|
9,44
|
1.952.471
|
1,06
|
10-19
|
752.156
|
18,49
|
10.042.501
|
4,28
|
539.816
|
17,55
|
7.378.022
|
4,00
|
20-49
|
1.274.609
|
31,33
|
38.668.961
|
16,49
|
950.840
|
30,91
|
29.531.622
|
16,02
|
50-99
|
713.149
|
17,53
|
46.750.693
|
19,94
|
560.049
|
18,20
|
38.127.035
|
20,68
|
100-199
|
383.323
|
9,42
|
49.216.633
|
20,99
|
327.363
|
10,64
|
43.884.397
|
23,81
|
200-499
|
173.774
|
4,27
|
46.487.432
|
19,82
|
153.685
|
5,00
|
42.075.498
|
22,82
|
500-999
|
24.201
|
0,59
|
14.982.493
|
6,39
|
17.429
|
0,57
|
11.218.554
|
6,09
|
1000-2499
|
10.266
|
0,25
|
13.856.621
|
5,91
|
4.199
|
0,14
|
5.476.930
|
2,97
|
2500-4999
|
1.930
|
0,05
|
6.538.082
|
2,79
|
222
|
0,01
|
695.541
|
0,38
|
5000+
|
441
|
0,01
|
4.789.427
|
2,04
|
57
|
0,00
|
3.526.175
|
1,91
|
Toplam
|
4.068.432
|
|
234.510.993
|
|
3.076.650
|
|
184.348.232
|
|
* 2001 Tarım Sayımı toprağın yasal sahipliği ve ekilen arazi esas alarak yapılmıştır. Bu nedenle diğer yıllarla karşılaştırmak için uygun değildir.
|
Şüphesiz kapitalizm yukardan aşağıya geliştirilse de, feodal toplumun bir sınıfı olan köylülüğün farklılaşmasına, yani sınıfsal ayrışmasına da yol açmıştır. Ancak bu sınıfsal farklılaşma, doğrudan köy ilişkileri içinde toprağın merkezileşmesine paralel gelişmemiştir. Bu nedenle de "kapitalist tarımsal işletme" adı verilecek işletmelerin topraklarında önemsenebilecek bir gelişme söz konusu değildir. Tarımda hala küçük köylülük ağır basmaktadır.
Eğer topraksız köylüler "tarım proletaryası", 5 dekardan (dönüm) az toprağı olan köylüler "yoksul köylü", 5-50 dekar toprağı olanlar "küçük köylü", 50-100 dekar toprağı olanlar "orta köylü" ve 100-500 dekar üstü toprak sahipleri "zengin köylü" ve 500 dekardan daha fazla toprağa sahip olanlar "kapitalist çiftçi ve büyük toprak sahibi" olarak kategorize edilecek olursa[5*], tarım proletaryası ve yoksul köylülerin sayısı son otuz yılda yarıdan fazla azalmıştır. Küçük köylü sayısında ise fazlaca bir değişiklik olmamıştır. Oransal olarak yoksul köylülerin azalmasına paralel olarak orta ve zengin köylülerin oranında belli bir artış ortaya çıkmıştır. (Ancak bu oransal bir artıştır.)
Tarımsal İşletme Sayısı (%)
|
|
5 dekardan az
|
5-49 dekar
|
50-99 dekar
|
100-499 dekar
|
500+ dekar
|
1970
|
19,8
|
55,6
|
14,2
|
9,9
|
0,1
|
1980
|
8,5
|
53,6
|
20,2
|
16,9
|
0,1
|
1991
|
8,7
|
59,2
|
17,5
|
13,7
|
0,3
|
2001
|
7,6
|
57,9
|
18,2
|
15,6
|
0,2
|
Toprak Miktarı (%)
|
|
5 dekardan az
|
5-49 dekar
|
50-99 dekar
|
100-499 dekar
|
500+ dekar
|
1970
|
1,0
|
26,2
|
21,0
|
40,6
|
4,5
|
1980
|
0,3
|
16,5
|
23,5
|
51,5
|
4,6
|
1991
|
0,3
|
21,8
|
19,9
|
40,8
|
10,7
|
2001
|
0,3
|
21,1
|
20,7
|
46,6
|
5,3
|
2001 Tarım Sayımı, Dünya Bankası tarafından planlanmış ve finanse edilmiş olan doğrudan gelir desteği çerçevesinde yapıldığından, daha önceki yıllar açısından kesin bir ölçü vermemekle birlikte, 1970-1980 dönemindeki toprak dağılımındaki gelişmeye benzer bir gelişmenin 1990-2001 yılları arasında ortaya çıktığını göstermektedir. Bu da, toprak dağılımının neredeyse onar yıllık periyotlarla belli oranda merkezileşip yeniden bölüşüldüğünü gösterir. Daha genel bir ifadeyle, tüm eksikliklerine rağmen son otuz yıllık Tarım Sayımı verileri, genel olarak tarımdaki toprak mülkiyetinin önemli ölçüde değişmediğini göstermektedir.
Son otuz yıllık Tarım Sayımı verilerinin gösterdiği diğer bir gerçek ise, tüm iddiaların ve inançların tersine, tarımdaki "kapitalist işletmeler"in sayısı ve toprak mülkiyetinde, 1980-90 dönemi dışında (ki 24 Ocak Kararlarının ürünüdür) değişim olmadığıdır.[6*]
Toprak mülkiyetinde önemli bir değişimin olmaması, kırlarda geleneksel ilişkilerin hala varlığını sürdürdüğünün bir göstergesidir. 1950’lerden itibaren tarımda traktör kullanımının artması ve pazar için üretimin geliştirilmesiyle birlikte, neredeyse genel bir kuralmışçasına köylü ailesinin bir bölümü kente göç ederek işçi olarak çalışır. Bu durum, toprağın parçalanmasını önleyen en önemli unsurdur. Kente göç eden köylü, bir yandan işçileşirken, diğer yandan topraktan elde edilen üründen kısmen pay alır ve hasat zamanlarında köye giderek çalışır. Ancak 1980 sonrasında bu işçileşen köylülerin kentlerde yerleşik hale gelmesiyle birlikte, köyle olan ilişkileri önemli ölçüde kopmuştur. Her ne kadar kentlerde "köylü" davranışlarını ve alışkanlıklarını sürdürüyor görünse de, büyük ölçüde kentlileşmiştir.
Köylü kitlesi ise, ne denli sınıfsal ayrışmaya uğramışsa da, hemen her zaman yarı-feodal ilişkilerin farklılaşmış ve "pazar için üretim"le eklemlenmiş (meta üreticisi) biçimiyle yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. İster feodal üretim ilişkilerinin sınıfı olarak olsun, ister kapitalizme "eklemlenmiş" bir sınıf olarak olsun, her durumda köylülük kırsal alanın dar sınırları içinde dağınık ve örgütsüzdür. Bu dağınıklık ve örgütsüzlük içinde, hiç bir zaman kendi çıkarları için bir araya gelemez ve mücadele edemez. "Böyle gelmiş böyle gider" anlayışıyla, "tefekkür" içinde yaşarken, her zaman uygulanan tarım politikalarının sonuçlarına katlanmak durumundadır. 1950’de "çok partili sistem"e geçildikten sonra kendi yaşam deneyimi ile sistemin nasıl işlediğini öğrenmiş ve buna kendisini uyumlandırmaya çalışmıştır. Dönemsel olarak mülksüzleşme ve yoksullaşmanın yoğunlaştığı zamanlarda da, kendine yeterli üretim yapabildiği ölçüde sessiz kalmıştır. Bir bakıma kendi "halinden memnun" bir kitle görünümüne sahiptir.
Akdeniz, Ege ve Karadeniz sahil şeridinde bulunan köylerin "yayla turizmi" gibi tarımsal üretimle doğrudan ilişkisi olmayan ticari ilişki içine itilmesi de, bu bölgelerdeki köylünün "halinden memnun" olmasını sağlamıştır. Doğu ve Orta Anadolu köylülerinin "gıda sanayi" ve "gıda tedarikçileri"yle olan ilişkisi de, bu bölgelerde köylülerin "halinden memnun" oluşlarına yol açmıştır.
2001 krizinde büyük yıkıma uğrayan tarımsal üretim ve köylülük, özel bankaların tarım kredileri ve kredi kartları sayesinde belli bir "nefes" alma olanağına sahip olmaları da, köylü kitlesinin kırsal nüfusun azaltılmasını hedefleyen tarım politikalarına karşı tepkilerini de pasifize etmiştir. Ancak köylü kitlesinin bu kendiliğinden hali, onun yaşadığı gerçekleri açıklayan bir siyasal öncünün etkin olmaması nedeniyle kolayca şeriatçıların etkisi altına girmelerini kolaylaştırmaktadır.
Diyebiliriz ki, köylülük, hiç bir zaman kendiliğinden bir siyasal hareket ve örgütlenme yaratma niteliğine sahip olmayan bir kesim olarak, tarımın geri kalmışlığı karşısında tepkisizdir. Ne uygulanan tarım politikalarına karşı bir tepki vermektedir, ne de toprak talebinde bulunmaktadır. Nesnel olarak varolan çelişkiler zaman zaman keskinleşse de, bu durumu kavramamakta ve tepki göstermemektedir. Köylü kitlesinin tepkisizliğine, sessizliğine bakarak, köylülüğün öneminin kalmadığına hükmetmek ise, baştan sona aymazlıktan başka bir şey değildir. Asıl olan köylülüğün bilinçlendirilmesidir. Bunun yolu ise, devrimcilerin sistemli olarak köylüler arasında çalışma yürütmesinden geçer. Büyük kentlere yerleşmiş, İstanbul’da Taksim tramvay durağı ile Ankara’da Yüksel Caddesi’ne sıkışmış "sol"un böyle bir çalışmayı yapacağını "ummak" ise, "absürd" bir beklentiden başka bir şey değildir.
Dipnotlar
[1*] Bu “dönüşüm” EMEP programında çok açık biçimde ifade edilmiştir: “İşçi hareketinden güç alan ve sınıfın yakın müttefiki olan kamu emekçilerinin hareketi, 1991 öncesindeki darlığını kırmış, kitlesel bir hareket biçimini alarak büyümüş ve genişlemiştir. Önemli bir bölümünü işçi tabakalarının oluşturduğu kamu emekçilerinin hareketi, işçi hareketi ve partisi açısından büyük bir olanak olmuştur.” (EMEP Programı)
[2*] Eski adı ile DİE, yeni adıyla TÜİK verilerinde zaman zaman siyasal “gereklilikler” nedeniyle değişiklikler yapılmaktadır. Değişik istihdam verilerinde tarımın payı da, bu değişikliklere göre değişmektedir. Kimi durumda tarımda çalışan nüfus 12 yaş üstü olarak ele alınırken, kimi durumda 15 yaş üstü olarak alınmaktadır. Böyle olunca da sonuçlar çok farklı olabilmektedir. Aynı şeklide istihdam edilen nüfus ile “işgücü arzı” arasındaki ayrım da aynı “gereklilik”le değişikliğe uğratılmaktadır.
[3*] Genellikle revizyonistlerden daha çok silahlı devrimci mücadeleyi terk edip legalizm saflarına geçenler açısından tarımda makineleşme özel bir öneme sahiptir. “Makineleşmiş tarım”, kırsal nüfusun “kendine yeterli” (otarşik) bir ekonomiye sahip olmadığı, dolayısıyla kentlere ve sanayiye bağımlı olduğu anlamına gelir. Bu durumda, kırlarda oluşturulacak “kurtarılmış bölgeler” kendine yeterli bir ekonomiye sahip olmadıkları için varlıklarını sürdüremezler. “Kurtarılmış bölgeler” olmadan da halk savaşı sürdürülemeyeceği için, “makineleşmiş tarım”ın egemen olduğu ülkelerde (emperyalizme bağımlı ülkeler) halk savaşı geçersizdir! Böylece kırları temel alan bir silahlı devrimci mücadeleden kurtulunmuş olunur!
[4*] Buradaki “sermaye”, asıl olarak traktör alımında kullanılan köylünün gelirinden yapılan tüketimdir. Doğal, yani iç dinamikle gelişen kapitalizm koşullarında aynı toprak parçasına yapılan böylesi bir “sermaye” yatırımı, asıl olarak farklılık rantının elde edilmesine yöneliktir, dolayısıyla da “kapitalist” niteliktedir. Toprağa yapılan sermaye yatırımıyla elde edilen farklılık rantı arasında belli bir oran sağlandığı ölçüde, bu yatırım kapitalist anlamda “sermaye yatırımı” olarak tanımlanabilir. Ancak ülkemizdeki traktör alımı, kapitalist anlamda “rasyonalite”den çok uzaktır.
[5*] Dİstatistik veriler tümüyle düzenin kendi ihtiyaçlarına göre düzenlendiğinden, toprak dağılımına ilişkin veriler de, kaçınılmaz olarak köylülüğün sınıfsal ayrışmasını tam olarak yansıtmaz. Bunun yanı sıra, toprağın büyüklüğü aynı olsa da, ekilen ürün açısından aynı büyüklükteki topraktan farklı büyüklüklerde gelir elde edildiğinden, bu istatistik büyüklükler somut durumu tam olarak yansıtmaz. Bazı ürün çeşitleri açısından ve bölgelere göre 50 dönüm üstündeki topraklar “zengin köylü” kategorisine girebilmektedir. Aynı şekilde 100 dekar üstünde toprağa sahip olan köylüler “zengin köylü” olarak tanımlansa da, bölgelere ve ürüne göre bunların bir bölümü “orta köylü” sınıfına dahildir, “orta köylünün üst kesimi” olarak da tanımlanabilir. Burada yapılan kategorileştirme, tahıl ürünleri, özel olarak da buğday üretimi ölçüsüne göre yapılmıştır. Ancak “orta köylü”ye ilişkin geçişkenlik burada da söz konusudur.
[6*] Toprak mülkiyetinde önemli bir değişim olmaması bir genellemedir. Seracılık (örtülü tarım), organik tarım gibi görece küçük toprak parçasında üretim yapılan, ama sermaye yatırımı gerektiren alanlarda toprak mülkiyetinin büyüklüğü fazlaca önemli değildir. Örneğin organik tarımda ortalama toprak büyüklüğü, bölgelere göre 40 ile 100 dönüm (dekar) arasında değişmektedir. Seracılıkta ortalama toprak büyüklüğü 60 dönümdür. Bunun dışında bölgeler arasında da toprak büyüklüğü ile gelir arasında farklılıklar vardır. Amacımız, Türkiye’deki toprak düzenini tahlil etmek olmadığından bu durumları genellemenin dışında tutuyoruz.
Kurtuluş Cephesi, 110 Sayı, Temmuz-Ağustos
|